23 Ocak 2024 Salı

‘Altılı Masa’ Partileri ve Muhalefetin Cumhurbaşkanı Adayı Konusu

 

Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak II

İlginç bir şekilde tüm ‘Altılı Masa’ partileri cumhurbaşkanı adayının kim olacağı konusunda oldukça uzun bir süre sessiz kalmayı tercih ettiler. Oysa örneğin aynı Altılı Masa, aylar süren çalışmaların ürünü olduğunu iddia ettiği ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’i neredeyse tüm ayrıntılarına kadar tartışıp, formüle edip, kamuoyuna sunmayı becerdiği halde, her nasılsa, seçimin en hayati konusu olan aday belirlenmesini akıl almaz bir şekilde hep erteledi. Ama tabii bu sadece görünürde böyle idi. Muhtemelen söz konusu partilerin liderleri ne yaptıklarını gayet iyi bilmektedirler. Her biri kendi özel hesapları gereği adaylık konusunun en son anda adeta bir olup-bitti ile halledilmesini istemektedir. Bu konuda aralarında bir tür zımni anlaşma var gibidir.

Daha somut konuşulacak olursa, ‘Altılı Masa’nın siyasal İslam kökenli üç partisi -Deva, Gelecek ve Saadet- cumhurbaşkanlığı adaylığı sorununu, esas olarak sadece kendi partilerinin milletvekili seçimlerindeki kazanımları çerçevesinde değerlendireceklerdir. Yoksa Karamollaoğlu, Babacan ve Davutoğlu gibi her üçü de siyasi İslam dünyasından gelmiş ve dolayısıyla Türkiye’deki muhafazakâr seçmen kitlesini iyi tanıyan deneyli siyasetçilerin, Erdoğan karşısında muhalefetin en iyi adayı olarak Kılıçdaroğlu’nu düşünmeleri hayal bile edilemezdi.

Bu partilerden Deva ve Gelecek, yakın zamanlarda kurulmuş partilerdir. Gelecek Partisi 12 Aralık 2019’da Deva ise 9 Mart 2020’de kurulmuş ve ilk dönemlerinde lider kadroları, yaklaşan seçimlere kendi isimleri, amblemleri ve listeleriyle gireceklerini beyan etmişlerdir.[1] Bu demektir ki, her iki parti de o sıralarda ciddi ciddi yüzde yedi barajını aşmayı ve parlamentoya kendi listelerinden milletvekili sokmayı hayal etmektedirler. İlk başlarda milletvekili seçimlerine ilişkin hedef ve iddiaları böyle olduğu için, Deva ve Gelecek liderleri cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda bir süre bilinçli olarak konuşmamış olmalılar. Aslında eğer seçim barajını aşmaya ilişkin umutları devam etseydi, muhtemelen her ikisi de, ‘Altılı Masa’da muhalefeti güçlü bir şekilde temsil edecek bir aday konusunda ısrarlı olabilirlerdi.

Ancak biraz zaman geçince Babacan da Davutoğlu da gördüler ki, partileri ciddiye alınır bir gelişme içinde değildir. Muhtemelen üye sayılarında ciddi bir artış olmamıştır, parti toplantılarına katılımlar zayıftır ve hepsinden önemlisi AKP seçmen kitlesinde bir yankı uyandıramamışlardır. Ayrıca yine muhtemelen yaptırdıkları anketlerden çıkan hayal kırıcı sonuçlar, yüzde yedilik seçim barajını aşma hedefinin bir hayal olduğunu onlara göstermiştir. Bu durumda her iki parti için de bu kez muhalefetin iki büyük partisi ile anlaşma konusu gündeme gelir. Davutoğlu İyi Parti ile bu amaçla pazarlıklara girişecek ancak sonuç alamayacaktır.[2] Babacan ise, seçimlere kendi listeleri ile girmek konusunda biraz daha kararlı olmaya çalışacak, ama bir süre sonra o da bunun imkânsızlığını görecektir. Bu koşullarda CHP ile anlaşmak, her ikisi için de tek kârlı çözüm yolu olur.

Babacan da Davutoğlu da ‘Altılı Masa’nın oluşum sürecinde yakın ilişki içinde bulundukları CHP genel başkanının adaylık hevesini muhtemelen oldukça erken tarihlerde fark etmiş olmalılar. Dolayısıyla CHP ile yapmakta oldukları pazarlığın başarısının, bu partinin cumhurbaşkanı adayını hiç tartışmasız kabul etmeye bağlı olduğunu görmeleri zor olmaz. Sonunda da en kötü muhalefet adayı olduğunu bildikleri halde, CHP genel başkanının istediği bir anda onun adaylığını uysalca kabul edeceklerdir.

Temel Karamollaoğlu’nun Kılıçdaroğlu’na desteğini açıklaması içinse, o kadar uzun bir zaman geçmesi gerekmez. Çünkü Saadet Partisi, son yirmi küsur yılda yaşanan seçimlerin gösterdiği üzere, barajı asla aşamayacak bir partidir. Dolayısıyla daha baştan bu konuda bir iddiası olmayacaktır. O nedenle de CHP’den gelecek adaylık önerisini hiç tartışmasız kabul edeceğini çok erken tarihlerde belli eder. Gerçekten de Karamollaoğlu seçimlerden tam on beş ay önce, aday olarak Kılıçdaroğlu’nun ismini zikreden belki de ilk siyasetçidir.[3]

Görüldüğü gibi üç siyasi İslam kökenli parti de oldukça erken tarihlerde seçim sonrasındaki varlıklarının CHP ile yapacakları pazarlığa bağlı olduğunu bildiklerinden, artık onlar için sorun cumhurbaşkanlığı seçiminin nasıl kazanılacağı ya da bu seçimlerde Erdoğan’ın nasıl zayıflatılacağı olmayacaktır. Eğer yeni mecliste yer almayacaklarsa, Erdoğan kaybetmiş ya da zayıflamış, onlar için fazla bir anlamı yoktur. Zaten bu partilerin kurmaylarının içinden geldikleri muhafazakâr kitlenin seçmen davranışı eğilimlerini nispeten iyi bildikleri düşünüldüğünde, bunların Kılıçdaroğlu’nun adaylığını muhalefetin seçim zaferi umuduyla desteklediklerini düşünmek büyük saflık olur. Bu adaylığı sadece ve sadece CHP listelerinden alacakları milletvekili kontenjanı için destekleyeceklerdir.

Akşener ve ‘Altılı Masa’

‘Altılı Masa’nın en ayrıksı partisi gibi görünen İyi Parti’ye gelince, onun konumu diğerlerinden pek çok nedenle farklıdır. Her şeyden önce onun baraj sorunu yoktur ve parlamentoya girmek için CHP’ye mahkûm değildir. Ancak İyi Parti, ideolojik ve politik düzeyde Türkiye siyasetindeki yerini belirleyememiş bir partidir. Başta Akşener olmak üzere lider kadrosu ve tabanının önemli bir kesiminin, faşizan devletçi reflekslerinin her an canlanabileceğini düşünmek abartılı bir yaklaşım olarak görülmemeli. Öte yanda aynı partinin gerek ‘Altılı Masa’ gibi nispeten demokratik bir siyaseti önceleyen bir ittifaka katılmış olması gerekse partiye daha sonra katılan kimi siyasetçiler ve teknokratlar, bu partinin -elbette Türkiye siyaset geleneğine uygun- bir sağ liberal partiye dönüşebileceği umudunu yaratmıştır. Bu durumun yarattığı gerilim koşullarında Akşener’in kafasını meşgul eden sorunun, iktidarın nasıl yenileceği, muhalefetin nasıl kazanacağından çok, seçim sonrasında ortaya çıkacak koşulların İyi Parti’nin konsolidasyonuna ve yükselişine nasıl hizmet edebileceği olduğu görülebilir.

Diğer yanda hatırlanacağı üzere, seçim kampanyasının başlarında Akşener, cumhurbaşkanı adayı olmayacağını, yeni yönetimde başbakanlığa aday olduğunu ilan etmiştir. İlk bakışta bu yaklaşımı, onun seçim sonrasını ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’ çerçevesinde gördüğü, dolayısıyla ‘Altılı Masa’ partileri ile seçim sonrasında da birlikte yol yürümeyi tasarladığı şeklinde yorumlanmıştı. Ne var ki büyük bir ihtimalle Akşener’in bu yaklaşımı, partinin gerçek seçim taktikleri ile alakasızdı. Muhtemelen Akşener bu çok iddialı ‘başbakanlık’ hedefini, gerçek niyetlerini saklamak ve siyaset sınıfı bu sözlerini anlamsız bir şekilde tartışsın diye ortaya atmıştı. Yoksa o da gayet iyi bilmekteydi ki, muhalefetin seçimi kazanması durumunda, sözde talip olduğu başbakanlığın hiçbir garantisi yoktu. Çünkü her kim olursa olsun, Erdoğan’ı alt edecek olan yeni cumhurbaşkanı, -sadece kişisel hırsları nedeniyle değil, onun da ötesinde geçiş dönemi koşullarının da zorlamasıyla- sahip olduğu muazzam yetkileri mutlaka bir süre kullanmak isteyecekti. Bu ise, sembolik cumhurbaşkanı ve güçlü başbakanlığı içeren ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in hayata geçirilmesinin yıllar alacağı anlamına gelirdi. Dolayısıyla Akşener’in başbakanlığa talip olmasının, onun cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda yaptığı bir fedakârlıkla ilgisi yoktu. Ancak kabul etmek gerekir ki, İyi Parti liderinin oldukça erken tarihlerde ilan ettiği bu hedefinin, onun ‘Altılı Masa’ içindeki sinik politik manevralarını bir şekilde gizlemesine olanak verdiği kabul edilmelidir.

Gerçekten de tüm kampanya süreci boyunca, o kadar çok ‘Kazanacak Aday’ lafını ettiği halde Akşener, gerek Yavaş gerekse İmamoğlu’nun adaylığını sadece ‘megafon diplomasisi’ çerçevesinde lafta desteklemiş, bu adaylıkların gerçekleşmesi için konunun karar yeri olan ‘Altılı Masa’da herhangi bir girişimde bulunmaktan ısrarla kaçınmıştır. Ayrıca Akşener’in bu iki belediye başkanını da aday olarak görmek istediğini düşünmek kolay değildir, çünkü hangisi olursa olsun bunlardan birinin kazanma ihtimali, Akşener için bir kâbus senaryosu demektir. Cumhurbaşkanı seçilmiş eski Ülkücü Yavaş, her şeyden önce destekçisi siyasal parti sayısını artırmak üzere, İyi Parti’yi dönüştürebilecek bir potansiyele sahip olacaktır. Cumhurbaşkanı seçilmiş ‘CHP’li olmayan bir CHP’li olan İmamoğlu ise, CHP’yi öyle bir şekilde değiştirecektir ki, bu koşullarda İyi Parti’nin Türkiye siyasetinin merkezinde güçlü bir yer tutması imkânsızlaşacaktır. Bu kâbus senaryoları dikkate alındığında, Akşener’in tüm kampanya süreci boyunca çıkardığı tüm gürültüye rağmen, özünde -lafta çok karşı olduğu- Kılıçdaroğlu’nun adaylığı için çalıştığı rahatlıkla söylenebilir.

Diğer yanda her vesileyle AKP rejiminin muhalifi olduğunu açıklamaktan geri kalmayan Meral Akşener’in bu ikiyüzlü politikasının -elbette spekülasyon düzeyinde açıklanabilecek- bir başka nedeni de olabilir. Şöyle ki, belki de Akşener, seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Erdoğan’ın her durumda Yüksek Seçim Kurulu tarafından seçimin galibi olarak ilan edileceğini tahmin etmektedir ya da bu konuda bilgilendirilmiştir. O nedenle de seçimlerin nasıl kazanılacağını hiç sorun etmeyen, esas olarak seçimden sonra muhalefet içindeki gelişmeleri hesaba katan bu tarz bir sinik politikayı tercih etmiştir. Ayrıca bu tutumuna ilişkin olarak onun AKP ile zımni ya da gizli bir anlaşma yaptığını söylemek bile, Akşener’in siyaset sicili dikkate alındığında olanaksız görülmemeli.

Hatta bu konuda Akşener’in yalnız olduğu da düşünülmemeli. Her ne kadar Erdoğan ile bir anlaşma içinde oldukları pek düşünülmese de, onunla yıllarca birlikte çalışmış olan üç siyasi İslam kökenli partinin liderlerinin Erdoğan’ın her durumda seçimi kazanmaya kararlı olduğunu önceden fark ettikleri ya da bu konuda bilgi sahibi oldukları, dolayısıyla onların da tıpkı Akşener gibi seçim taktiklerini buna göre belirledikleri pekâlâ düşünülebilir. (‘Masa’nın altıncı partisi olan Demokrat Parti’ye gelince, söz konusu olan Türkiye siyasetinde hiçbir ağırlığı olmayan ve geleneğinin izleri adeta kaybolmuş bir partidir. Kılıçdaroğlu muhtemelen bu partiyi diğerlerine karşı bir manipülasyon aracı olarak kullanmak üzere ‘Masa’ya dahil etmiştir. O nedenle de Demokrat Partinin adaylık ve diğer konulardaki tutumunu değerlendirmeye gerek yoktur.)

Kılıçdaroğlu’nun Adaylığı İçin İktidar-Muhalefet El Ele

Kılıçdaroğlu, daha Kasım 2021’de, yani seçimlerin yapılması gereken normal tarihinden neredeyse iki yıl önce, İmamoğlu ve Yavaş’ın aday gösterilmeleri ile ilgili olarak sorulan bir soruya, ‘Belediye başkanlarımızın görevlerine devam etmelerini istiyorum’ yanıtını vererek, bir bakıma onlardan birinin adaylığını düşünmediği izlenimini vermişti.[4] Ama tabii Kılıçdaroğlu’nun iki belediye başkanının aday olmaması gerektiğine ilişkin olarak getirdiği gerekçe, sadece siyasal maharetten uzak bir yaklaşımı ifade etmiyordu. Daha da ötede söz konusu olan basbayağı aptalca bir gerekçeydi. Çünkü mevcut anayasa koşullarında Cumhurbaşkanının muazzam yetkileri dikkate alındığında, seçim kazanıldığında karşılık olarak Ankara ya da İstanbul belediye başkanlıklarından birisinin kaybedilmesinin lafı ile edilemezdi.

O nedenle o tarihlerde CHP genel başkanının bu açıklamasına, ‘bu adam ne saçmalıyor böyle’ dışında bir karşılık verilmesi imkânsız olduğu için, aklı başında herkes bu sözleri taktik bir manevranın ifadesi olarak algıladı. Buna göre Kılıçdaroğlu aslında bu iki belediye başkanından birinin adaylığını düşünüyordu ama şimdilik onları iktidara karşı korumak için böyle konuşuyordu; ya da kafasında onlardan çok daha başarılı olabileceğini düşündüğü bir başka aday vardı ve hasımlarını yanıltmak için onun sözünü etmiyordu vb. gibi. Kuşkusuz o sıralarda bunların dışında düşünülebilecek olan üçüncü ihtimal akla gelmiyordu. Çünkü o sıralarda çok az insan, Kılıçdaroğlu’nun bu kadar erken bir tarihte adeta kendisini kaybettiğini ve ciddi ciddi aday olmayı hayal ettiğini düşünebilirdi.

Gerçekten de o tarihlerde –ve elbette sonrasında da- CHP genel başkanlığı süresinde küçümsenmeyecek taktik başarılara imza atmış bir siyasetçi olarak Kılıçdaroğlu’nun, iki belediye başkanı karşısında kendi adaylığını bu kadar saçma bir gerekçe ile ortaya koyabileceğini düşünmek kolay değildi. Çünkü sadece o sıralarda değil, çok sonrasında da Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin potansiyel adayları arasındaki en kötü aday olduğunu görmek için çok yetenekli bir siyasal analist olmak gerekmezdi. CHP genel başkanının adaylığının kesinlikle tercih edilmemesi gerektiğini ortaya koyan olgular apaçık ortadaydı. Her şeyden önce CHP genel başkanı, adeta Erdoğan ve Bahçeli’nin adayıydı. İktidarın bu iki figürünün muhalefetin adayı olarak Kılıçdaroğlu’nu tercih ettiklerini bilmek için öyle ‘içeriden’ bilgi sahibi olmaya falan gerek yoktu. Her ikisi de oldukça erken tarihlerde, çok açık bir şekilde onun adaylığını tercih ettiklerini ısrarla dile getirmeye başlamışlardı. Dolayısıyla ‘yandaş medya’nın adayı da Kılıçdaroğlu idi.

İktidar cephesinin bu tercihinin nedeni çok karmaşık değildi. Her şeyden önce 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde yaşadığı yenilgi ve 2019 yerel seçimlerinde İstanbul belediyesinin kaybedilmesi iktidara şunu öğretmişti: Muhalefetin tek aday çıkarması koşullarında, AKP ve MHP seçmenlerinden sadece küçük bir kesimin oy tercihlerini değiştirmesi ya da sandığa gitmemesi durumunda, AKP adayının seçim kazanması imkânsızdı. Bu demekti ki, eğer oy sayımlarında yeterli manipülasyon yapılamadığı takdirde, çok az bir oy kaybı ile -bu kez bir belediye başkanlığı da değil- basbayağı iktidarın kaybedilmesi mümkündü. Bu durumda muhalefetin, AKP ve MHP seçmenlerinin küçük bir kısmını yanına çekebilecek ya da tarafsızlaştırabilecek bir aday çıkarma ihtimali, iktidar için muazzam bir tehdit anlamına geliyordu. Dahası, 20 yıllık iktidarın kaçınılmaz yıpranmışlığı ve iktidar seçmenlerinin son yıllarda içine düştükleri ekonomik sorunlar dikkate alındığında, çok küçük bir oranda da olsa iktidar seçmeninin bir kesimi sandığa gitmekten cayabilir ve bu durumda 2015 Haziran genel seçimlerinde ve 2019 Mart yerel seçimlerinde yaşanan yenilgilerin tekrarı mukadder olabilirdi. Muhalefetin büyük bir kısmı ‘Altılı Masa’ olarak bir araya gelmişti; Kürt hareketi ise, seçimler öncesinde iktidarla uzlaşma niyetinde olmadığının işaretlerini veriyordu. Bu koşullarda muhalefet adayının kim olacağı iktidar için hayati önemdeydi. Bu konuda etkili olmak için -büyük çoğunluğu perde arkasında harekete geçirilecek olan- tüm olanakları değerlendirmek zorundaydı.

CHP genel başkanı, tarihsel olarak muhafazakâr seçmene son derece uzak bir siyasal geleneğin en tipik temsilcisiydi. Onun -iktidar seçmenlerine ulaşması olanaksız- kendi söyleyip kendisinin dinlediği ‘helalleşme’ çağrılarının bu seçmen kitlesini etkileyemeyeceği kesindi. Ayrıca iktidarın ayrımcı-mezhepçi siyasetine hız verdiği koşullarda CHP genel başkanının Aleviliği, bir diğer adaylık zaafı olarak ortadaydı. Yine Kılıçdaroğlu gibi silik bir şahsiyetin, medyayı güçlü bir şekilde kontrol eden Erdoğan karşısında daha da silikleşeceği de kesindi. En nihayet iktidar kurmayları, her ne kadar muhalefet bloğu içinde yer alsalar da Deva, Gelecek ve Saadet Partisi -ve belki de İyi Parti- seçmenlerinin küçük de olsa bir kısmının Kılıçdaroğlu’na oy vermeyeceğini düşünmekteydiler; ki bu konuda yanılmadıkları seçimlerde görülecekti.

Ne var ki, Erdoğan ve Bahçeli’nin karşılarında aday olarak Kılıçdaroğlu’nu tercih ettikleri açık bir şekilde ortada olmasına rağmen, muhalefetten nispeten erken tarihlerde onun adaylığına ilişkin olumlu sesler yükselmeye başlayacaktır. İlginçtir, CHP siyasetçileri ve Temel Karamollaoğlu bir kenara bırakılacak olursa, Kılıçdaroğlu’nun adaylığının ilk destekçilerinin Kürt siyasetçiler olduğu -ve onlara da bir süre sonra kimi solcuların da katıldığı- söylenebilir. Ardından Deva ve Gelecek partileri liderlerinden de, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına olumlu bakan mesajlar gelmeye başlar. Bu gelişmeler iktidara Kılıçdaroğlu’na adaylık yolunu nasıl açabilecekleri sorusunun yanıtını verir. Her şeyden önce, İmamoğlu’nun muhtemel adaylığının önü –hakkında açılacak bir dava ile- kesilmelidir. Önce bunun işaretleri verilir. Böylelikle CHP içinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığını isteyenlerin umutları ve moralleri artırılır. Sonra da uygulamaya geçilir ve İmamoğlu mahkeme kararı ile siyasetten yasaklı hale getirilir.

Eğer İmamoğlu’nun adaylığı CHP kurmayları tarafından gerçekten istenseydi, iktidarın bu atağını boşa düşürmek için o momentte yapılabilecek şeyler vardı. Her şeyden önce CHP, iktidarın bu girişimine meydan okuyabilir ve mahkemenin ‘siyasetten men’ kararını aldığı günün ertesinde, İmamoğlu’nu muhalefetin adayı olarak ilan edebilirdi. Bu durumda İmamoğlu’nun saf dışı bırakılma planı zorlaşabilir hatta imkânsız hale gelebilirdi. Henüz seçim tarihi belli değildi ve muhalefetin -üstelik Erdoğan’ı iki kez yenmiş- tek adayına seçimlerden aylar önce yasak getirmek, iktidar için kolay olmayacak, belki de bu konuda geri adım atmak zorunda kalacaktı. Oysa İmamoğlu sadece bir ‘aday adayı’ olarak kaldığı takdirde, -üstelik kendi partisi içinde bile sayısız düşmanı olan- bu siyasetçiye yasak getirmenin iktidar için hiçbir riski yoktu. Mahkeme yasak kararını verdiğinde muhalefetten gelen tepkilerin cılızlığı, iktidarın bu operasyonunun nasıl başarılı bir şekilde sonuçlanacağını ortaya koymuştur.

Tabii teorik olarak mümkün gibi görünse de, İmamoğlu’na yasak getirilmesi durumunda CHP’nin iktidarı zor durumda bırakabilecek bu türden bir meydan okumaya kalkışması belki de imkânsızdı. Çünkü parti içinde İmamoğlu’nun adaylığına karşı çıkanlar çok güçlüydü. O kadar ki, bütün bu gelişmeler yaşanırken Kılıçdaroğlu ekibiyle Almanya seyahatindeydi. Böyle davranarak, İmamoğlu’nun adaylığını kesinlikle istemediğini dosta düşmana ilan etmiş oluyordu. Belli ki Kılıçdaroğlu da iktidarın bu yasaklama girişimini kendi adaylığının yolunu açan bir fırsat olarak görmekteydi.

Bu gelişmelerin sonucu olarak oldukça erken tarihlerde, ‘Saray’ın muhalefet adayı’ olan Kılıçdaroğlu, muhalefetin de adayı olma yoluna girecektir. Bir başka ifadeyle ülkede, CHP genel başkanının adaylığı konusunda Erdoğan ve Bahçeli’den başlayıp, CHP ve diğer siyasi İslam kökenli partilere kadar uzanan, oradan Kürt hareketi ve kimi sol partileri de içine alan adeta dev bir geniş cephe oluşmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı hem iktidar hem de muhalefetin en geniş kesimleri tarafından istenmektedir! Ortaya çıkan manzara, gerçekten de siyasette az rastlanan bir absürtlüğü ifade etmektedir.

Gelecek Yazı:

Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak III

Kılıçdaroğlu’nun Adaylığının CHP’li Destekçileri

Kılıçdaroğlu Neden Aday Olmak İstedi? Bir Siyasi ve Psikolojik Açıklama Denemesi

 



[1] Ali Babacan’ın 27 Nisan 2022 tarihli açıklaması için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=hmt19WIJlZM

[2] ‘Pazarlık deşifre oldu! CHP son tercihimdi demişti: Ahmet Davutoğlu İYİ Parti’den bakın kaç vekil istemiş…’, Sabah, 3 Ağustos 2023. https://www.sabah.com.tr/gundem/2023/08/03/pazarlik-desifre-oldu-chp-son-tercihimdi-demisti-ahmet-davutoglu-iyi-partiden-bakin-kac-vekil-istemis

[3] Karamollaoğlu: Muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu da olabilir, Independent Türkçe, 25 Şubat 2022. https://www.indyturk.com/node/476796/haber/karamollao%C4%9Flu-muhalefetin-cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1-aday%C4%B1-k%C4%B1l%C4%B1%C3%A7daro%C4%9Flu-da-olabilir

[4] Birgün, 11 Kasım 2021.

Pirandello’yu Hatırlarken

  Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak I İtalyan yazar Luigi Pirandello, 1929 yılında sahnelenen Beni İstediğin Gibi adlı oyununda...