Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak II
İlginç bir şekilde tüm ‘Altılı Masa’ partileri cumhurbaşkanı adayının kim olacağı konusunda oldukça uzun bir süre sessiz kalmayı tercih ettiler. Oysa örneğin aynı Altılı Masa, aylar süren çalışmaların ürünü olduğunu iddia ettiği ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’i neredeyse tüm ayrıntılarına kadar tartışıp, formüle edip, kamuoyuna sunmayı becerdiği halde, her nasılsa, seçimin en hayati konusu olan aday belirlenmesini akıl almaz bir şekilde hep erteledi. Ama tabii bu sadece görünürde böyle idi. Muhtemelen söz konusu partilerin liderleri ne yaptıklarını gayet iyi bilmektedirler. Her biri kendi özel hesapları gereği adaylık konusunun en son anda adeta bir olup-bitti ile halledilmesini istemektedir. Bu konuda aralarında bir tür zımni anlaşma var gibidir.
Daha somut konuşulacak olursa, ‘Altılı Masa’nın siyasal
İslam kökenli üç partisi -Deva, Gelecek ve Saadet- cumhurbaşkanlığı adaylığı
sorununu, esas olarak sadece kendi partilerinin milletvekili seçimlerindeki
kazanımları çerçevesinde değerlendireceklerdir. Yoksa Karamollaoğlu, Babacan ve
Davutoğlu gibi her üçü de siyasi İslam dünyasından gelmiş ve dolayısıyla
Türkiye’deki muhafazakâr seçmen kitlesini iyi tanıyan deneyli siyasetçilerin,
Erdoğan karşısında muhalefetin en iyi adayı olarak Kılıçdaroğlu’nu düşünmeleri
hayal bile edilemezdi.
Bu partilerden Deva ve Gelecek, yakın zamanlarda kurulmuş
partilerdir. Gelecek Partisi 12 Aralık 2019’da Deva ise 9 Mart 2020’de kurulmuş
ve ilk dönemlerinde lider kadroları, yaklaşan seçimlere kendi isimleri,
amblemleri ve listeleriyle gireceklerini beyan etmişlerdir.[1]
Bu demektir ki, her iki parti de o sıralarda ciddi ciddi yüzde yedi barajını
aşmayı ve parlamentoya kendi listelerinden milletvekili sokmayı hayal
etmektedirler. İlk başlarda milletvekili seçimlerine ilişkin hedef ve iddiaları
böyle olduğu için, Deva ve Gelecek liderleri cumhurbaşkanlığı adaylığı
konusunda bir süre bilinçli olarak konuşmamış olmalılar. Aslında eğer seçim
barajını aşmaya ilişkin umutları devam etseydi, muhtemelen her ikisi de,
‘Altılı Masa’da muhalefeti güçlü bir şekilde temsil edecek bir aday konusunda
ısrarlı olabilirlerdi.
Ancak biraz zaman geçince Babacan da Davutoğlu da gördüler
ki, partileri ciddiye alınır bir gelişme içinde değildir. Muhtemelen üye
sayılarında ciddi bir artış olmamıştır, parti toplantılarına katılımlar
zayıftır ve hepsinden önemlisi AKP seçmen kitlesinde bir yankı
uyandıramamışlardır. Ayrıca yine muhtemelen yaptırdıkları anketlerden çıkan
hayal kırıcı sonuçlar, yüzde yedilik seçim barajını aşma hedefinin bir hayal
olduğunu onlara göstermiştir. Bu durumda her iki parti için de bu kez
muhalefetin iki büyük partisi ile anlaşma konusu gündeme gelir. Davutoğlu İyi
Parti ile bu amaçla pazarlıklara girişecek ancak sonuç alamayacaktır.[2]
Babacan ise, seçimlere kendi listeleri ile girmek konusunda biraz daha kararlı
olmaya çalışacak, ama bir süre sonra o da bunun imkânsızlığını görecektir. Bu
koşullarda CHP ile anlaşmak, her ikisi için de tek kârlı çözüm yolu olur.
Babacan da Davutoğlu da ‘Altılı Masa’nın oluşum sürecinde
yakın ilişki içinde bulundukları CHP genel başkanının adaylık hevesini
muhtemelen oldukça erken tarihlerde fark etmiş olmalılar. Dolayısıyla CHP ile
yapmakta oldukları pazarlığın başarısının, bu partinin cumhurbaşkanı adayını
hiç tartışmasız kabul etmeye bağlı olduğunu görmeleri zor olmaz. Sonunda da en
kötü muhalefet adayı olduğunu bildikleri halde, CHP genel başkanının istediği
bir anda onun adaylığını uysalca kabul edeceklerdir.
Temel Karamollaoğlu’nun Kılıçdaroğlu’na desteğini
açıklaması içinse, o kadar uzun bir zaman geçmesi gerekmez. Çünkü Saadet
Partisi, son yirmi küsur yılda yaşanan seçimlerin gösterdiği üzere, barajı asla
aşamayacak bir partidir. Dolayısıyla daha baştan bu konuda bir iddiası olmayacaktır.
O nedenle de CHP’den gelecek adaylık önerisini hiç tartışmasız kabul edeceğini
çok erken tarihlerde belli eder. Gerçekten de Karamollaoğlu seçimlerden tam on
beş ay önce, aday olarak Kılıçdaroğlu’nun ismini zikreden belki de ilk
siyasetçidir.[3]
Görüldüğü gibi üç siyasi İslam kökenli parti de oldukça
erken tarihlerde seçim sonrasındaki varlıklarının CHP ile yapacakları pazarlığa
bağlı olduğunu bildiklerinden, artık onlar için sorun cumhurbaşkanlığı
seçiminin nasıl kazanılacağı ya da bu seçimlerde Erdoğan’ın nasıl
zayıflatılacağı olmayacaktır. Eğer yeni mecliste yer almayacaklarsa, Erdoğan
kaybetmiş ya da zayıflamış, onlar için fazla bir anlamı yoktur. Zaten bu partilerin
kurmaylarının içinden geldikleri muhafazakâr kitlenin seçmen davranışı
eğilimlerini nispeten iyi bildikleri düşünüldüğünde, bunların Kılıçdaroğlu’nun
adaylığını muhalefetin seçim zaferi umuduyla desteklediklerini düşünmek büyük
saflık olur. Bu adaylığı sadece ve sadece CHP listelerinden alacakları
milletvekili kontenjanı için destekleyeceklerdir.
Akşener ve ‘Altılı Masa’
‘Altılı Masa’nın en ayrıksı partisi gibi görünen İyi
Parti’ye gelince, onun konumu diğerlerinden pek çok nedenle farklıdır. Her
şeyden önce onun baraj sorunu yoktur ve parlamentoya girmek için CHP’ye mahkûm
değildir. Ancak İyi Parti, ideolojik ve politik düzeyde Türkiye siyasetindeki
yerini belirleyememiş bir partidir. Başta Akşener olmak üzere lider kadrosu ve
tabanının önemli bir kesiminin, faşizan devletçi reflekslerinin her an
canlanabileceğini düşünmek abartılı bir yaklaşım olarak görülmemeli. Öte yanda
aynı partinin gerek ‘Altılı Masa’ gibi nispeten demokratik bir siyaseti
önceleyen bir ittifaka katılmış olması gerekse partiye daha sonra katılan kimi
siyasetçiler ve teknokratlar, bu partinin -elbette Türkiye siyaset geleneğine
uygun- bir sağ liberal partiye dönüşebileceği umudunu yaratmıştır. Bu durumun
yarattığı gerilim koşullarında Akşener’in kafasını meşgul eden sorunun,
iktidarın nasıl yenileceği, muhalefetin nasıl kazanacağından çok, seçim
sonrasında ortaya çıkacak koşulların İyi Parti’nin konsolidasyonuna ve
yükselişine nasıl hizmet edebileceği olduğu görülebilir.
Diğer yanda hatırlanacağı üzere, seçim kampanyasının
başlarında Akşener, cumhurbaşkanı adayı olmayacağını, yeni yönetimde
başbakanlığa aday olduğunu ilan etmiştir. İlk bakışta bu yaklaşımı, onun seçim
sonrasını ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’ çerçevesinde gördüğü, dolayısıyla
‘Altılı Masa’ partileri ile seçim sonrasında da birlikte yol yürümeyi
tasarladığı şeklinde yorumlanmıştı. Ne var ki büyük bir ihtimalle Akşener’in bu
yaklaşımı, partinin gerçek seçim taktikleri ile alakasızdı. Muhtemelen Akşener
bu çok iddialı ‘başbakanlık’ hedefini, gerçek niyetlerini saklamak ve siyaset
sınıfı bu sözlerini anlamsız bir şekilde tartışsın diye ortaya atmıştı. Yoksa o
da gayet iyi bilmekteydi ki, muhalefetin seçimi kazanması durumunda, sözde
talip olduğu başbakanlığın hiçbir garantisi yoktu. Çünkü her kim olursa olsun,
Erdoğan’ı alt edecek olan yeni cumhurbaşkanı, -sadece kişisel hırsları
nedeniyle değil, onun da ötesinde geçiş dönemi koşullarının da zorlamasıyla-
sahip olduğu muazzam yetkileri mutlaka bir süre kullanmak isteyecekti. Bu ise,
sembolik cumhurbaşkanı ve güçlü başbakanlığı içeren ‘Güçlendirilmiş Parlamenter
Sistem’in hayata geçirilmesinin yıllar alacağı anlamına gelirdi. Dolayısıyla
Akşener’in başbakanlığa talip olmasının, onun cumhurbaşkanlığı adaylığı
konusunda yaptığı bir fedakârlıkla ilgisi yoktu. Ancak kabul etmek gerekir ki,
İyi Parti liderinin oldukça erken tarihlerde ilan ettiği bu hedefinin, onun
‘Altılı Masa’ içindeki sinik politik manevralarını bir şekilde gizlemesine
olanak verdiği kabul edilmelidir.
Gerçekten de tüm kampanya süreci boyunca, o kadar çok
‘Kazanacak Aday’ lafını ettiği halde Akşener, gerek Yavaş gerekse İmamoğlu’nun
adaylığını sadece ‘megafon diplomasisi’ çerçevesinde lafta desteklemiş, bu
adaylıkların gerçekleşmesi için konunun karar yeri olan ‘Altılı Masa’da
herhangi bir girişimde bulunmaktan ısrarla kaçınmıştır. Ayrıca Akşener’in bu
iki belediye başkanını da aday olarak görmek istediğini düşünmek kolay
değildir, çünkü hangisi olursa olsun bunlardan birinin kazanma ihtimali,
Akşener için bir kâbus senaryosu demektir. Cumhurbaşkanı seçilmiş eski Ülkücü
Yavaş, her şeyden önce destekçisi siyasal parti sayısını artırmak üzere, İyi
Parti’yi dönüştürebilecek bir potansiyele sahip olacaktır. Cumhurbaşkanı
seçilmiş ‘CHP’li olmayan bir CHP’li olan İmamoğlu ise, CHP’yi öyle bir şekilde
değiştirecektir ki, bu koşullarda İyi Parti’nin Türkiye siyasetinin merkezinde
güçlü bir yer tutması imkânsızlaşacaktır. Bu kâbus senaryoları dikkate
alındığında, Akşener’in tüm kampanya süreci boyunca çıkardığı tüm gürültüye
rağmen, özünde -lafta çok karşı olduğu- Kılıçdaroğlu’nun adaylığı için
çalıştığı rahatlıkla söylenebilir.
Diğer yanda her vesileyle AKP rejiminin muhalifi olduğunu
açıklamaktan geri kalmayan Meral Akşener’in bu ikiyüzlü politikasının -elbette
spekülasyon düzeyinde açıklanabilecek- bir başka nedeni de olabilir. Şöyle ki,
belki de Akşener, seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Erdoğan’ın her durumda
Yüksek Seçim Kurulu tarafından seçimin galibi olarak ilan edileceğini tahmin
etmektedir ya da bu konuda bilgilendirilmiştir. O nedenle de seçimlerin nasıl
kazanılacağını hiç sorun etmeyen, esas olarak seçimden sonra muhalefet içindeki
gelişmeleri hesaba katan bu tarz bir sinik politikayı tercih etmiştir. Ayrıca
bu tutumuna ilişkin olarak onun AKP ile zımni ya da gizli bir anlaşma yaptığını
söylemek bile, Akşener’in siyaset sicili dikkate alındığında olanaksız
görülmemeli.
Hatta bu konuda Akşener’in yalnız olduğu da
düşünülmemeli. Her ne kadar Erdoğan ile bir anlaşma içinde oldukları pek
düşünülmese de, onunla yıllarca birlikte çalışmış olan üç siyasi İslam kökenli
partinin liderlerinin Erdoğan’ın her durumda seçimi kazanmaya kararlı olduğunu
önceden fark ettikleri ya da bu konuda bilgi sahibi oldukları, dolayısıyla
onların da tıpkı Akşener gibi seçim taktiklerini buna göre belirledikleri pekâlâ
düşünülebilir. (‘Masa’nın altıncı partisi olan Demokrat Parti’ye gelince, söz
konusu olan Türkiye siyasetinde hiçbir ağırlığı olmayan ve geleneğinin izleri
adeta kaybolmuş bir partidir. Kılıçdaroğlu muhtemelen bu partiyi diğerlerine
karşı bir manipülasyon aracı olarak kullanmak üzere ‘Masa’ya dahil etmiştir. O
nedenle de Demokrat Partinin adaylık ve diğer konulardaki tutumunu
değerlendirmeye gerek yoktur.)
Kılıçdaroğlu’nun
Adaylığı İçin İktidar-Muhalefet El Ele
Kılıçdaroğlu, daha Kasım 2021’de, yani seçimlerin
yapılması gereken normal tarihinden neredeyse iki yıl önce, İmamoğlu ve
Yavaş’ın aday gösterilmeleri ile ilgili olarak sorulan bir soruya, ‘Belediye
başkanlarımızın görevlerine devam etmelerini istiyorum’ yanıtını vererek,
bir bakıma onlardan birinin adaylığını düşünmediği izlenimini vermişti.[4]
Ama tabii Kılıçdaroğlu’nun iki belediye başkanının aday olmaması gerektiğine
ilişkin olarak getirdiği gerekçe, sadece siyasal maharetten uzak bir yaklaşımı
ifade etmiyordu. Daha da ötede söz konusu olan basbayağı aptalca bir gerekçeydi.
Çünkü mevcut anayasa koşullarında Cumhurbaşkanının muazzam yetkileri dikkate
alındığında, seçim kazanıldığında karşılık olarak Ankara ya da İstanbul
belediye başkanlıklarından birisinin kaybedilmesinin lafı ile edilemezdi.
O nedenle o tarihlerde CHP genel başkanının bu
açıklamasına, ‘bu adam ne saçmalıyor böyle’ dışında bir karşılık verilmesi
imkânsız olduğu için, aklı başında herkes bu sözleri taktik bir manevranın
ifadesi olarak algıladı. Buna göre Kılıçdaroğlu aslında bu iki belediye
başkanından birinin adaylığını düşünüyordu ama şimdilik onları iktidara karşı
korumak için böyle konuşuyordu; ya da kafasında onlardan çok daha başarılı
olabileceğini düşündüğü bir başka aday vardı ve hasımlarını yanıltmak için onun
sözünü etmiyordu vb. gibi. Kuşkusuz o sıralarda bunların dışında
düşünülebilecek olan üçüncü ihtimal akla gelmiyordu. Çünkü o sıralarda çok az
insan, Kılıçdaroğlu’nun bu kadar erken bir tarihte adeta kendisini kaybettiğini
ve ciddi ciddi aday olmayı hayal ettiğini düşünebilirdi.
Gerçekten de o tarihlerde –ve elbette sonrasında da- CHP
genel başkanlığı süresinde küçümsenmeyecek taktik başarılara imza atmış bir
siyasetçi olarak Kılıçdaroğlu’nun, iki belediye başkanı karşısında kendi
adaylığını bu kadar saçma bir gerekçe ile ortaya koyabileceğini düşünmek kolay
değildi. Çünkü sadece o sıralarda değil, çok sonrasında da Kılıçdaroğlu’nun
muhalefetin potansiyel adayları arasındaki en kötü aday olduğunu görmek için
çok yetenekli bir siyasal analist olmak gerekmezdi. CHP genel başkanının adaylığının
kesinlikle tercih edilmemesi gerektiğini ortaya koyan olgular apaçık ortadaydı.
Her şeyden önce CHP genel başkanı, adeta Erdoğan ve Bahçeli’nin adayıydı.
İktidarın bu iki figürünün muhalefetin adayı olarak Kılıçdaroğlu’nu tercih
ettiklerini bilmek için öyle ‘içeriden’ bilgi sahibi olmaya falan gerek yoktu. Her
ikisi de oldukça erken tarihlerde, çok açık bir şekilde onun adaylığını tercih
ettiklerini ısrarla dile getirmeye başlamışlardı. Dolayısıyla ‘yandaş medya’nın
adayı da Kılıçdaroğlu idi.
İktidar cephesinin bu tercihinin nedeni çok karmaşık
değildi. Her şeyden önce 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde yaşadığı yenilgi ve
2019 yerel seçimlerinde İstanbul belediyesinin kaybedilmesi iktidara şunu
öğretmişti: Muhalefetin tek aday çıkarması koşullarında, AKP ve MHP
seçmenlerinden sadece küçük bir kesimin oy tercihlerini değiştirmesi ya da
sandığa gitmemesi durumunda, AKP adayının seçim kazanması imkânsızdı. Bu
demekti ki, eğer oy sayımlarında yeterli manipülasyon yapılamadığı takdirde,
çok az bir oy kaybı ile -bu kez bir belediye başkanlığı da değil- basbayağı
iktidarın kaybedilmesi mümkündü. Bu durumda muhalefetin, AKP ve MHP
seçmenlerinin küçük bir kısmını yanına çekebilecek ya da tarafsızlaştırabilecek
bir aday çıkarma ihtimali, iktidar için muazzam bir tehdit anlamına geliyordu.
Dahası, 20 yıllık iktidarın kaçınılmaz yıpranmışlığı ve iktidar seçmenlerinin
son yıllarda içine düştükleri ekonomik sorunlar dikkate alındığında, çok küçük
bir oranda da olsa iktidar seçmeninin bir kesimi sandığa gitmekten cayabilir ve
bu durumda 2015 Haziran genel seçimlerinde ve 2019 Mart yerel seçimlerinde
yaşanan yenilgilerin tekrarı mukadder olabilirdi. Muhalefetin büyük bir kısmı
‘Altılı Masa’ olarak bir araya gelmişti; Kürt hareketi ise, seçimler öncesinde
iktidarla uzlaşma niyetinde olmadığının işaretlerini veriyordu. Bu koşullarda
muhalefet adayının kim olacağı iktidar için hayati önemdeydi. Bu konuda etkili
olmak için -büyük çoğunluğu perde arkasında harekete geçirilecek olan- tüm
olanakları değerlendirmek zorundaydı.
CHP genel başkanı, tarihsel olarak muhafazakâr seçmene
son derece uzak bir siyasal geleneğin en tipik temsilcisiydi. Onun -iktidar
seçmenlerine ulaşması olanaksız- kendi söyleyip kendisinin dinlediği
‘helalleşme’ çağrılarının bu seçmen kitlesini etkileyemeyeceği kesindi. Ayrıca
iktidarın ayrımcı-mezhepçi siyasetine hız verdiği koşullarda CHP genel başkanının
Aleviliği, bir diğer adaylık zaafı olarak ortadaydı. Yine Kılıçdaroğlu gibi
silik bir şahsiyetin, medyayı güçlü bir şekilde kontrol eden Erdoğan karşısında
daha da silikleşeceği de kesindi. En nihayet iktidar kurmayları, her ne kadar
muhalefet bloğu içinde yer alsalar da Deva, Gelecek ve Saadet Partisi -ve belki
de İyi Parti- seçmenlerinin küçük de olsa bir kısmının Kılıçdaroğlu’na oy
vermeyeceğini düşünmekteydiler; ki bu konuda yanılmadıkları seçimlerde
görülecekti.
Ne var ki, Erdoğan ve Bahçeli’nin karşılarında aday
olarak Kılıçdaroğlu’nu tercih ettikleri açık bir şekilde ortada olmasına
rağmen, muhalefetten nispeten erken tarihlerde onun adaylığına ilişkin olumlu
sesler yükselmeye başlayacaktır. İlginçtir, CHP siyasetçileri ve Temel
Karamollaoğlu bir kenara bırakılacak olursa, Kılıçdaroğlu’nun adaylığının ilk
destekçilerinin Kürt siyasetçiler olduğu -ve onlara da bir süre sonra kimi
solcuların da katıldığı- söylenebilir. Ardından Deva ve Gelecek partileri
liderlerinden de, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına olumlu bakan mesajlar gelmeye
başlar. Bu gelişmeler iktidara Kılıçdaroğlu’na adaylık yolunu nasıl
açabilecekleri sorusunun yanıtını verir. Her şeyden önce, İmamoğlu’nun muhtemel
adaylığının önü –hakkında açılacak bir dava ile- kesilmelidir. Önce bunun
işaretleri verilir. Böylelikle CHP içinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığını
isteyenlerin umutları ve moralleri artırılır. Sonra da uygulamaya geçilir ve
İmamoğlu mahkeme kararı ile siyasetten yasaklı hale getirilir.
Eğer İmamoğlu’nun adaylığı CHP kurmayları tarafından
gerçekten istenseydi, iktidarın bu atağını boşa düşürmek için o momentte
yapılabilecek şeyler vardı. Her şeyden önce CHP, iktidarın bu girişimine meydan
okuyabilir ve mahkemenin ‘siyasetten men’ kararını aldığı günün ertesinde,
İmamoğlu’nu muhalefetin adayı olarak ilan edebilirdi. Bu durumda İmamoğlu’nun
saf dışı bırakılma planı zorlaşabilir hatta imkânsız hale gelebilirdi. Henüz
seçim tarihi belli değildi ve muhalefetin -üstelik Erdoğan’ı iki kez yenmiş-
tek adayına seçimlerden aylar önce yasak getirmek, iktidar için kolay
olmayacak, belki de bu konuda geri adım atmak zorunda kalacaktı. Oysa İmamoğlu
sadece bir ‘aday adayı’ olarak kaldığı takdirde, -üstelik kendi partisi içinde
bile sayısız düşmanı olan- bu siyasetçiye yasak getirmenin iktidar için hiçbir
riski yoktu. Mahkeme yasak kararını verdiğinde muhalefetten gelen tepkilerin
cılızlığı, iktidarın bu operasyonunun nasıl başarılı bir şekilde sonuçlanacağını
ortaya koymuştur.
Tabii teorik olarak mümkün gibi görünse de, İmamoğlu’na
yasak getirilmesi durumunda CHP’nin iktidarı zor durumda bırakabilecek bu
türden bir meydan okumaya kalkışması belki de imkânsızdı. Çünkü parti içinde
İmamoğlu’nun adaylığına karşı çıkanlar çok güçlüydü. O kadar ki, bütün bu
gelişmeler yaşanırken Kılıçdaroğlu ekibiyle Almanya seyahatindeydi. Böyle
davranarak, İmamoğlu’nun adaylığını kesinlikle istemediğini dosta düşmana ilan
etmiş oluyordu. Belli ki Kılıçdaroğlu da iktidarın bu yasaklama girişimini
kendi adaylığının yolunu açan bir fırsat olarak görmekteydi.
Bu gelişmelerin sonucu olarak oldukça erken tarihlerde,
‘Saray’ın muhalefet adayı’ olan Kılıçdaroğlu, muhalefetin de adayı olma yoluna
girecektir. Bir başka ifadeyle ülkede, CHP genel başkanının adaylığı konusunda
Erdoğan ve Bahçeli’den başlayıp, CHP ve diğer siyasi İslam kökenli partilere
kadar uzanan, oradan Kürt hareketi ve kimi sol partileri de içine alan adeta
dev bir geniş cephe oluşmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı hem iktidar hem de
muhalefetin en geniş kesimleri tarafından istenmektedir! Ortaya çıkan manzara,
gerçekten de siyasette az rastlanan bir absürtlüğü ifade etmektedir.
Gelecek Yazı:
Türkiye Siyasetine
Seçimler Aynasından Bakmak III
Kılıçdaroğlu’nun Adaylığının
CHP’li Destekçileri
Kılıçdaroğlu Neden Aday Olmak
İstedi? Bir Siyasi ve Psikolojik Açıklama Denemesi
[1] Ali Babacan’ın 27 Nisan 2022
tarihli açıklaması için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=hmt19WIJlZM
[2] ‘Pazarlık deşifre oldu! CHP son
tercihimdi demişti: Ahmet Davutoğlu İYİ Parti’den bakın kaç vekil istemiş…’, Sabah,
3 Ağustos 2023. https://www.sabah.com.tr/gundem/2023/08/03/pazarlik-desifre-oldu-chp-son-tercihimdi-demisti-ahmet-davutoglu-iyi-partiden-bakin-kac-vekil-istemis
[3] Karamollaoğlu: Muhalefetin
Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu da olabilir, Independent Türkçe, 25
Şubat 2022. https://www.indyturk.com/node/476796/haber/karamollao%C4%9Flu-muhalefetin-cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1-aday%C4%B1-k%C4%B1l%C4%B1%C3%A7daro%C4%9Flu-da-olabilir
[4] Birgün, 11 Kasım 2021.