Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak III
CHP genel başkanının adaylığı parti içinde dile getirilmeye başlandığında, bu adaylığa destek gerekçelerinin oldukça farklı olduğu görülür. Kılıçdaroğlu’nun üç farklı destekçisi vardır. Birinci kategoride bu adaylığı, zaferine samimi bir şekilde inanarak destekleyenler bulunur. Onları, CHP genel başkanının adaylığını gerçekçi bulmadıkları, kazanmasının imkânsızlığını öngördükleri halde, oyun-bozucu duruma düşmemek ya da kariyerlerini korumak için desteklemek zorunda kalanlar izler. Üçüncü kategoride ise, farklı iktidar odaklarıyla ilişkileri nedeniyle bu adaylığı sinikçe destekleyen CHP’liler vardır.
Daha somut konuşulacak olursa, Kılıçdaroğlu’nun
adaylığını samimiyetle destekleyen ve onun zaferine inanan CHP’liler içinde en
büyük yeri, Alevi kesimin temsilcileri alır. Kuşkusuz CHP bir Alevi partisi
değildir. Üyeleri arasında Alevilerin çoğunlukta olduğunu söylemek de gerçekçi
olmaz. Ne var ki Alevilerin bu parti içindeki dinamizmlerinin, onlara yönelik
tehdit algısının şiddetlendiği 15 Temmuz 2016 sonrasında iyice güçlendiğini
görmek gerek. Kuşkusuz Türkiye’de devletin, Sünniliğe arka çıkış sicili çok
eskidir. Ne var ki geçmişte devleti ve bir ölçüde de siyaseti kontrol eden
geleneksel ordu-bürokrasi iktidar bloğunun dini kontrol altında tutmaya çalışan
katı ‘laikçi’ politikaları, Aleviler için belli bir korunma garantisi anlamına
da gelmekteydi. Ne var ki 2000’li yıllarda Türkiye’de iktidar katında yaşanan
hegemonya mücadelesi, sonunda gerek devletin kontrolünde gerekse onun dine
yönelik politikalarında önemli dönüşümler anlamına gelecek ve söz konusu
korunma algısı büyük ölçüde sarsılacaktır.
15 Temmuz’un yarattığı yeni atmosfer ise, kaçınılmaz bir
biçimde Alevilerin sahip oldukları mevzilere, doğal olarak bunlar arasında en
önemlisi olan CHP’ye çok daha sıkı, hatta bağnazca sarılmalarını getirmiş
olmalı. Unutmamak gerekir ki, 15 Temmuz 2016 olaylarının ardından CHP, 24
Temmuz günü için Taksim’de bir ‘Cumhuriyet ve Demokrasi Mitingi’ çağrısı
yaptığında bu çağrıya -bir zamanlar Cumhuriyet mitinglerine yüzbinlerle akan
klasik CHP kitlesi değil- esas olarak Aleviler yanıt vermişti. Çünkü o anda
sadece onlar, diğer şeyler yanında haklı olarak, 15 Temmuz’un Alevi-karşıtı bir
iktidarın gücünü daha da perçinlemesi anlamına geldiğini hissetmekteydiler.
Bütün bunlar dikkate alındığında, içlerinden çıkan bir siyasetçinin muhalefetin
cumhurbaşkanı adayı olarak belirlenmesinin, CHP’li Aleviler tarafından büyük
bir kazanım olarak görüleceği muhakkaktır.
Alevilerin dışında tabii ki bu adaylığa destek olan, Kılıçdaroğlu’nun
başarısına naif bir şekilde inanmış CHP’liler de olmalıdır. Ayrıca siyasal
yaşamlarını CHP genel başkanının liderliğine bağlamış olan kimi CHP’li siyasetçilerin
de bu adaylığın gerçekleşmesi için samimiyetle çalıştıkları söylenebilir. Gerçi
bunların arasında, Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin en zayıf adayı olduğunun
farkında olabilecek kadar deneyli CHP siyasetçileri de vardır. Ancak
muhtemeldir ki gerek Kılıçdaroğlu’nun gerekse onu destekleyen CHP kadrolarının
kararlılığı, onları bu konuda fazla ses çıkarmamaya yönlendirmiş olmalı.
En nihayet CHP içinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığını
destekleyen bir üçüncü kesim vardır ki, bunlar -tıpkı ‘Altılı Masa’ içindeki
siyasi İslam kökenli partilerin liderleri gibi- desteklerini umut ettikleri bir
seçim zaferi için değil, sadece kendi siyasi hesapları için sunmaktadırlar. Bunlar
CHP’nin geçmişin ordu-bürokrasi iktidar bloğu kalıntıları ile bağlantılarını
hala devam ettiren kadrolarıdır. Elbette bu kadrolar, özellikle Kılıçdaroğlu
döneminde güç kaybetmişlerdir. Ama öte yanda Erdoğan’ın aynı iktidar bloğunun
kalıntılarıyla 2014 yılından itibaren kurduğu ittifak nedeniyle, etki
alanlarını koruma ve az da olsa genişletme imkanlarına sahip olduklarını da
unutmamak gerek. Örneğin bir Tuncay Özkan isminin adeta sembolize ettiği bu CHP’liler
arasında, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan karşısında kazanamayacağını öngörecek ya da
Erdoğan’ın seçimlerde yenilmeyeceğini bilecek kadar deney ve bilgi sahibi
siyasetçiler ve örgüt bürokratları bulunmaktadır. Ama buna rağmen CHP genel
başkanının adaylığını sinik bir biçimde desteklemişlerdir, çünkü onlar için
önemli olan, seçim sonrasında CHP içindeki mevzilerini güçlendirmektir. Hatta
kim bilir, -sıfat uygun düşecekse- bu ‘karanlık’ CHP çevreleri, yaşanacak
kaçınılmaz yenilginin ardından belki de CHP’ye tam anlamıyla hâkim olmayı ve Erdoğan’la
daha kârlı yeni bir ittifak için pazarlığa girmeyi bile hayal etmiş olabilirler
Kılıçdaroğlu Neden Aday Olmak
İstedi? Bir Siyasi ve Psikolojik Açıklama Denemesi
Bugün hala, Kılıçdaroğlu kendi adaylığının başarı şansına
nasıl inandı ya da inandırıldı veya neden ve nasıl kendi adaylığını dayattı ya
da kendisine önerilen adaylığı kabul etti şeklinde bir dizi soru mevcut. Kabul
etmek gerekir ki bunlar, cevaplanmaları kolay olmayan sorular. Ama sorulmaları
ve cevaplanmaya çalışılmaları da aynı derecede gerekli.
Her ne kadar çekirdekten yetişmiş bir siyasetçi olmasa da
Kılıçdaroğlu, on yılı aşkın bir süre CHP gibi büyük ve son derece karmaşık bir
siyasi partiyi şu ya da bu fraksiyonun sıradan bir kuklası olmadan yönetebilmiş
ve beğenilsin ya da beğenilmesin, partinin siyasal taktik ve stratejisinde
yaşanan değişimlere önemli katkıları olmuştur. O nedenle bu hiç de kısa olmayan
dönemde hiç de küçümsenemeyecek deneylerden geçmiş bir siyasetçi olarak
Kılıçdaroğlu’nun, özellikle de Erdoğan, Bahçeli ve yandaş medyanın onu
muhalefetin adayı olarak görmek istediklerini açık bir şekilde ifade ettikleri
koşullarda, kendisini Erdoğan’ı alt edecek en uygun aday olarak görmesi ilk
bakışta pek mantıklı görünmemekte.
Ancak öte yanda da, on yılı aşkın bir süredir CHP’nin
başında bulunan kişinin bu kadar kritik bir momentte attığı bu adımın da bir
rasyonalitesinin olması gerekir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında,
Kılıçdaroğlu’nun bu başarısızlığı belli olan bir maceraya kalkışmasının biri
siyasi, diğeri psikolojik nitelikte iki nedeninin olabileceği düşünülebilir.
Tabii siyasi de olsa, psikolojik de olsa belirteceğim bu nedenlerin, somut
kanıtlar yokluğunda kaçınılmaz olarak spekülatif olduğunun bilincindeyim. Ne
var ki yaşanan olayın Türkiye siyaseti açısından taşıdığı önem dikkate
alındığında, bu türden bir açıklama gayretine girmek bana gerekli görünmekte.
Siyasi nedenler olarak şöyle birkaç alternatif açıklama
yapılabilir: Bunlardan birine göre Kılıçdaroğlu (ve elbette onu samimi bir
şekilde destekleyen CHP’li siyasetçiler de) bu seçimin İmamoğlu gibi -hem
Kürtlerin hem de iktidar seçmenlerinin bir kısmının oyunu alabilecek- bir
adayla kazanılabileceğini düşünmektedirler, ancak bu ihtimal onlara hiç de
çekici gelmemektedir. Çünkü İmamoğlu otantik bir CHP’li değildir; dolayısıyla
muazzam yetkilere sahip olan cumhurbaşkanlığı gibi bir makama oturduktan sonra
CHP’yi dilediği gibi dönüştürebilecektir. Bir başka deyişle İmamoğlu’nun
cumhurbaşkanlığı, onların gözünde bir anlamda CHP’nin kaybedilmesi demek
olacaktır. Diğer taraftan Yavaş seçeneğine gelince, orada da benzer bir tehlike
vardır. Ülkücü gelenekten gelen, tıpkı İmamoğlu gibi otantik bir CHP’li
olmayan, Akşener’e zaman zaman ‘Genel Başkanım’ diye hitap eden bir
siyasetçinin mevcut cumhurbaşkanlığı yetkilerine sahip olma ihtimali de
CHP’lileri ürkütmüş olmalı. Bu durumda kazanabilecek ama CHP’nin geleceği için
büyük riskler barındıran İmamoğlu ya da Yavaş gibi adaylar yerine, Kılıçdaroğlu
gibi kazanması çok zor olan bir adayla seçime girmek CHP kurmaylarına uygun
görünmüş olabilir. Her durumda en azından partileri sağlam kalacaktır.
Ayrıca belki de Kılıçdaroğlu ve kurmayları, bu seçimin
muhalefet tarafından kazanılmasının olanaksız olduğunu baştan kabul etmişlerdir.
Bir başka ifadeyle belki onlar da Mayıs 2023 seçimlerinin iktidar için bir
varoluş sorunu olduğunu ve Erdoğan’ın bu seçimleri her durumda ‘kazanma’ya
kararlı olduğunu düşünmektedirler. Aslında devletin kurumsal yapılarının
durumu, bu niyetlere sağlam bir temel de oluşturmaktadır. Örneğin ortada, daha birkaç
yıl önce oy kullanma süreci devam
ederken, oy pusulalarının hangilerinin nasıl kabul edileceğine ilişkin karar
verebilmiş bir Yüksek Seçim Kurulu vardır. Aynı kurulun, seçimin sonucu ne
olursa olsun Erdoğan’ı seçimin galibi ilan etmesi pekâlâ bir ihtimal olarak
görülebilir. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda bu karara direnmek ise,
Kılıçdaroğlu ve kurmayları tarafından göze alınmayacak bir macera olarak
görülmüş olabilir. Kabul etmek gerekir ki bu tarz direnişler, iktidarla açık
çatışmayı göze almak demektir. O boyutta çatışmalar ise, Türkiye siyasetinin
radikal çözümler dayatan bir ortama girmesi anlamına gelir; bu da CHP gibi bir
düzen partisi için asla karşılaşmak istemeyeceği bir durumu ifade eder.
Ayrıca Kılıçdaroğlu da CHP de bu çapta kritik gelişmelere
yol açabilecek kriz ihtimalleri belirdiğinde hiç tereddüt etmeden geriye çekilebileceklerini,
yakın geçmişte en azından iki kez göstermişlerdir. Bunlardan birincisi, 16
Nisan 2017 referandumunda yaşanmıştır. O gün Yüksek Seçim Kurulu henüz oylama
süreci devam ederken, ‘mühürsüz pusulaların geçerli sayılması’ yolunda bir
karar almıştır. Aslında bu karar, referandumdan ‘Evet’ sonucunun çıkmayacağının
gayri resmi ilanıdır. Bu gelişme, inisiyatif alarak iktidara baskı yapmak
konusunda muhalefetin eline verilmiş büyük bir fırsat anlamına gelmektedir. Ne
var ki seçim akşamı YSK nihai kararını açıkladığında, Kılıçdaroğlu bu sonuçları
kabul etmeyeceklerini ilan etmek yerine, YSK kararının ‘Anayasanın meşruiyetine
gölge düşürdü’ğünü beyan etmekle yetinmiştir. O akşam muhalefet o kadar uysal
ve çaresizdir ki Erdoğan, ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ diyerek onlarla alay
edebilmiştir.
Kılıçdaroğlu ve CHP’nin iktidar karşısındaki ikinci geri
çekilişi ise, 24 Haziran 2018 seçimlerinde yaşanır. O seçimlerin akşamında,
muhalif seçmen kitlesinin seçim sonuçlarına ilişkin sağlıklı haber alma imkânları
mevcut değildir. Muhalefete yakın kanallar bile -bir Haber Ajansı olmaktan çok
ötede bir kurum olduğu herkesçe bilinen- Anadolu Ajansı’nın sonuçlarını
nakletmektedir. Ve gecenin ilerleyen saatlerinde sadece CHP lideri değil, onun
Cumhurbaşkanı adayı da ortalıktan kaybolmuştur. O akşam ülkede, HDP dışında bir
muhalefet yok gibidir. Ortada, bir genel seçim akşamında yaşanması o kadar
imkânsız bir manzara vardır ki, takip eden günlerde bu tuhaf durumu açıklayan
söylentiler ortaya çıkacaktır. Buna göre Kılıçdaroğlu, İnce ve Akşener,
referandum gecesi kendilerini ziyarete gelen ve onlara ‘bizim hâlâ Erdoğan’la
yürüyecek yolumuz var’ diyen ‘askerler’ tarafından sessiz kalmaları yolunda
‘uyarılmışlardır’. Kuşkusuz bu türden söylentilerin doğruluk derecesini
belirlemek olanaksızdır. Ne var ki söz konusu söylentinin, Türkiye’nin
geleceğini belirleyecek bir referandumun gecesinde başkentte yaşanan akıl almaz
duruma ilişkin tek ‘makul’ açıklama olduğunu da unutmamak gerekir. (Bilindiği
gibi diğer açıklama, muhalefet adayı İnce’nin o gece erken saatlerde sarhoş
olup sızdığıdır. Tabii bu iddia, aynı gece Kılıçdaroğlu’nun neden sessiz
kaldığına açıklık getirmemekte!)
Sonuç olarak CHP liderliğinin, 2023 seçimlerine giden
aylarda Erdoğan’ın iktidarını sürdürme kararlılığını fark ettiği ya da bunun
bilgisini aldığı için, tıpkı 2017’de ve 2018’de olduğu gibi, bu seçimleri de
‘normal’ bir şekilde kaybetme yolunu tercih ettiği düşünülebilir. Ve elbette
Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin adayı olarak ilan edilmesi, bu ‘normal’ seçim
kaybı için en ideal biçimi ifade etmektedir.
Ne var ki ben, Kılıçdaroğlu’nun özellikle seçimlerin
birinci turunu takip eden iki hafta boyunca yaptığı tuhaflıkların, adaylığının
–en azından kendisi için- bir danışıklı dövüş taktiği olmadığını gösterdiği
kanısındayım. Kuşkusuz Kılıçdaroğlu, gerekli gördüğü durumlarda kendisini
küçülten hatta basbayağı aşağılayan geri çekilmeleri büyük bir pişkinlikle
yapabilen bir politikacı olduğunu pek çok kez kanıtlamıştır. O anlamda eğer
onun Cumhurbaşkanlığı adaylığı bir danışıklı dövüş taktiğinin ifadesi olsaydı,
birinci turun ardından düşük profilli bir kampanya yürütmeyi tercih eder ve
konuyu bu şekilde kapatmış olurdu. Her şeyden önce ilk turda alınan sonuçlar
nedeniyle muazzam bir hayal kırıklığı yaşamakta olan muhalif seçmen kitlesinin
Kılıçdaroğlu’ndan hesap soracak hali zaten yoktu.
Ancak bilindiği gibi Kılıçdaroğlu, seçimlerin iki turu
arasında, 15 Mayıs’tan itibaren düşük profilli bir kampanya yürütmek yerine,
kendisinden hiç beklenmeyen ve o güne kadar çizmeye çalıştığı ‘bilge
politikacı’ imajını yerle bir edecek girişimlerde bulunmaktan çekinmeyecektir.
Üstelik sorun, sadece kendisini komik gösteren abartılı düzeyde aktif ve
kararlı bir üslubu benimsemesi de değildir. Daha da ötede, örneğin Ümit Özdağ
ile imzaladıkları ortak protokol –daha sonra açıklanan gizli maddeleri olmadan
bile- birinci tur sonrasında Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanma hırsıyla gözü
hiçbir şeyi görmeyen, adeta kendisini kaybetmiş bir politikacı hüviyetine
büründüğünü göstermektedir. Tek başına bu manzara bile, Kılıçdaroğlu’nun gerek
adaylığının doğruluğuna, dolayısıyla da muhtemel bir seçim zaferine ciddi ciddi
inandığının önemli bir kanıtı olarak görülmeli.
Bu durumda, eğer ortada tutarlı bir politik açıklama
yoksa, o takdirde Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığına ve zaferine büyük bir
ciddiyetle inanmasının kişisel psikolojik düzeyde bir açıklaması olması
gerekir. Buna göre aklı başında bir politikacı olarak Kılıçdaroğlu, doğal
olarak önceleri aday olacağını herhalde hayal bile etmiyordu. Seçimlerden iki
yıl önce, iki belediye başkanının aday olmasını istemediğini ortaya koyan beyanları,
belki gerçekten de hasımlarını yanıltmak için uygulamaya çalıştığı bir tür
savaş hilesi taktiğinin ifadesiydi. Ama işte belki de zamanla, Erdoğan’ı
gerçekten de alt edebilecek bir aday olduğu konusunda çevresinden gelen yoğun
-olumlu- baskılardan etkilendi ve bu role sahip çıkabileceğini düşünmeye
başladı. Ki burada söz konusu olumlu baskıların sadece CHP içinden değil
Babacan, Davutoğlu ve Karamollaoğlu gibi siyasi İslamcı gelenekten
siyasetçilerden de geldiğini hatırlatmak gerekir. Bu desteklerin sonucu olarak
Kılıçdaroğlu da bir süre sonra kazanabileceğine inanmaya başlamış ve adaylık
kararını almıştır.
Bir başka ifadeyle, Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığı
konusundaki evrimi, kişisel psikolojisi ile açıklanabilecek bir konu olarak
görülebilir. Bu anlamda şöyle bir spekülasyon yapmaktan kendimi alamıyorum.
Eğer adaylık tartışmaları sürecinde yakın çevresinden birileri ona, ‘1923 Kemal, 2023 Kemal’ şeklinde
–özellikle muhtemel bir seçim zaferinin ardından çok daha anlamlı
görünebilecek- bir sloganın sözünü ettiyse, Kılıçdaroğlu gibi, kamusal alanda
son büyük rolünü oynadığını düşünen 74 yaşında bir siyasetçinin, bu sözün ifade
ettiği tarihsel rolün hayali ile adeta sarhoş olacağını söylemek bir abartı
olmamalı. İşte o sarhoşluk, onu sadece adaylığı benimsemesine değil, birinci
turun ardından akıl almaz girişimlere yönelmesine de yol açmış olabilir. Ki
böyle bir slogan benim aklıma geldiğine göre, muhtemelen yakınlarındaki
birilerinin de aklına gelmiş ve Kılıçdaroğlu’nun kulağına fısıldanmış olabilir.
Gelecek Yazı:
Türkiye Siyasetine
Seçimler Aynasından Bakmak IV
Kürt hareketinin Anlaşılması Zor
Kılıçdaroğlu Aşkı
Cumhurbaşkanlığı Adayına Destek
Kriterleri
Kürt Hareketinin Politika
Yanlışlığının Açıklanmasındaki Güçlük
Kürt Hareketi İçin İkinci Tur
Nasıl Referanduma Dönüştü?