Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak I
İtalyan yazar Luigi Pirandello, 1929 yılında sahnelenen Beni İstediğin Gibi adlı oyununda, insanlardaki güçlü inanma isteğinin, onları nasıl gerçekleşmesi imkânsız şeylere inandırdığını anlatır. Oyunun kahramanı Cia, on yıl önce yaşanmış bir savaş sırasında kaybolmuş bir kadının, deyim yerindeyse ‘yerine geçmiş’tir. Ne var ki onun istemeyerek kabul ettiği, aslında inanılması da pek mümkün olmayan bu rolü, çevresindeki herkes gerçek olarak kabul eder. Kadın, gerçek Cia’nın on yıl önce yapılmış portresindeki kadına çok ama çok benzemektedir.
Pirandello, oyunun son sahnesinde gerçek Cia'yı ortaya
çıkarır. Tahmin edilebileceği üzere söz konusu olan, sadece güzelliğini değil,
aklını ve hafızasını da yitirmiş, zamanından önce yaşlanmış bir kadındır.
Gerçek Cia'dır çünkü. Son sahnede sahte Cia, çevresindekilere, kendilerini
inandırdıkları yanılsamayı şöyle açıklar:
‘‘Hayır! Buna hayır
işte! O tablodaki kadınla benzerliğim, hepinizi beni tanımaya sevk eden o
benzerlik, kesinlikle bir kanıt olamazdı. Ve haykırdım: ‘Nasıl mümkün olabilir?
Bir düşünün. Korkunç bir savaş yaşamış, korkunç bir on yıl geçirmiş bir kadın,
nasıl olur da hiç değişmeden o tablodaki haliyle kalabilir?’ Tam da tersine
bizzat o benzerlik, benim ben olmadığımı göstermiyor mu? Ama işte bir şeye
inanıldığında -ya da inanmak işimize geldiğinde- böylesine aşikâr şeyler
üzerine düşünmek aklımıza bile gelmez. Ya da düşünülmek istenmez. On yıl sonra
hiç değişmeden aynı kalmak tam da tersine güçlü bir karşı kanıttır. Ama neden
kabul edilmiyor? Oysa bu bahtsız kadın elbette Cia olabilir; çünkü bir
zamanların Cia’sına hiç mi hiç benzemiyor... Bense, evet, hepinizin benden
kuşku duymanızı istiyorum. Tıpkı ondan kuşku duyduğunuz gibi. O sayede kendime
inanan yegâne kişi olduğum için rahatlayacağım! Onu tanımadınız... Gerçekten
tanınmaz bir halde olduğu için değil mi? Yoksa baktığınızda onun çizgilerini
göremediğiniz için mi? Ya da sizlere yeterli kanıt verilmediğinden ötürü mü?
Hayır! Sadece inanasınız gelmiyor! Hepsi bu! İnanmak istendiği zaman, ona
direnecek hiçbir karşı kanıt olamaz!..’’
Mayıs 2023 seçimlerine giden süreçte muhalefetin geniş
kesimlerinin Kılıçdaroğlu’nun adaylığına, onun seçim performansına ve
kazanılacak zafere dair müthiş inançları, bana Pirandello’nun on yıllar önce
okuduğum bu oyununu hatırlattı. Gerçekten de seçimlere giden süreçte,
Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanacağına dair inanç, sadece
on milyonlarla ifade edilen muhalif seçmen kitlesini değil, kimi siyasal
analistleri, gazetecileri ve süreçte son derece önemli rolleri olan kimi
siyasetçileri de etkisi altına almıştı. Muhalif medyada konuşan ‘Altılı
Masa’nın üç siyasi İslam kökenli partisinin sözcüleri, gazeteciler ve kanaat
önderleri, sokak röportajlarındaki yurttaşlar, başta Kılıçdaroğlu gelmek üzere
CHP yöneticileri ve solun ve Kürt hareketinin geniş kesimleri, çok içten bir
biçimde ve her fırsatta, muhalefetin zaferini ve Erdoğan’ın yenilgisini adeta ilan
etmekteydiler.
Oysa Pirandello’nun oyunundaki gibi bu seçimler öncesinde
de muhalefetin bu kanaati ve inancı tam bir yanılsamayı ifade ediyordu. Çünkü
nasıl Pirandello’nun kahramanı kayıp Cia’nın on yıl sonra tüm gençliği ve
güzelliği ile geri dönmesi olanaksız idiyse, Kılıçdaroğlu’nun da Erdoğan’a
karşı zaferi imkânsızdı. CHP genel başkanı, muhalefetin içinden çıkabilecek ve
Erdoğan’ı alt edeceği ya da zorlayacağı düşünülebilecek en kötü adaydı. Bunu
her şeyden önce Erdoğan biliyordu, Bahçeli de biliyordu. O nedenle oldukça
erken tarihlerden itibaren onun adaylığını tercih ettiklerini açıkça ifade
etmişlerdi. Ama işte CHP’den HDP’ye, oradan TİP ve başka sol gruplar etrafında
toplanmış on milyonlarla ifade edilen devasa bir muhalif kitle bu imkânsızın gerçekleşeceğine
içtenlikle inanmıştı. Tabii bu arada tıpkı Pirandello’nun oyununda olduğu gibi,
muhalif cephede de gerçekte hiç mi hiç inanmadıkları halde Kılıçdaroğlu’nun
kazanacağını sinik bir biçimde dile getirenler olduğunu da unutmamak gerek.
Sonunda seçimler yaşandı ve Kılıçdaroğlu’nun sadece bu
seçimde zaferini değil, Erdoğan’ı biraz olsun zorlayabileceğini hayal etmenin
bile ne kadar büyük bir yanılsama olduğu herkes tarafından görüldü. Elbette
yaşanan sadece bir seçim yenilgisi de değildi. Muhalif cephede, yanılsamanın
büyüklüğü ölçüsünde bir moral bozukluğu ortaya çıktı. Oysa diğer yanda iktidar
cephesi, yirmi yıllık iktidarının ve son yılların ekonomik sorunlarının
yarattığı kaçınılmaz yıpranmayı seçimlerin ardından hızla aşacak, kendisini
toparlayacak, moral kazanacak, adeta yeniden doğacaktı.
Ancak her nedense, özellikle de Kılıçdaroğlu’nun
adaylığının arkasında -üstelik oldukça erken tarihlerden itibaren- hevesle
durmuş olan Kürt hareketinden ve solun çeşitli unsurlarından, Türkiye siyasi
tarihinin bu önemli dönemecinde yaşananların soğukkanlı bir değerlendirmesi
gelmedi. Üstelik bugün bu sorun, sadece yakın geçmişte olan bitenin
anlaşılmasından da öte bir anlam taşımakta. Çünkü sonuçları itibariyle AKP
iktidarını daha da güçlendirebilecek, kısa ve orta vadede adeta yıkılmaz hale
getirecek, muhalefeti ise iyiden iyiye dağıtabilecek yeni bir siyasal moment
olarak bu kez yerel seçimler gündemdedir. Ve Mart 2024’te yapılacak yerel
seçimler bir kere daha, Kürt hareketi için de sol partiler için de, tıpkı Mayıs
2023 seçimlerinde yaşandığı gibi önemli bir siyasal taktik belirleme sınavı
anlamına gelmektedir. Yakın zamanlarda Kürt hareketi sözcülerinden birinin 2024
yerel seçimleriyle ilgili olarak, ‘İktidarı sağcı bir muhalefeti
destekleyerek değiştirme gibi bir amacımız yok’[1]
diye konuştuğu ya da Meral Akşener’in Mayıs 2023 seçimlerindeki sinik
politikasının bir benzerini, hatta muhalefet için daha da tehlikelisini
yürüttüğü, Davutoğlu’nun iktidarın ‘liyakat sahibi’ adaylarını
destekleyebileceklerini söylediği dikkate alındığında, Mayıs 2023 seçimlerinde
yaşananların geçmişi değil, günceli ve geleceği de anlamaya olanak verdiği
görülebilir.
Seçimlerden Bir Seçim mi?
O anlamda bu seçimlerin Türkiye’de son yirmi yılda inşa
edilmiş olan yeni rejimin, kısa ve orta vadedeki geleceğini etkileyecek bir
potansiyel taşıdığını görmek zor değildi. Bilindiği üzere mevcut AKP rejimi,
kimi siyaset bilimcileri tarafından kulaklara hoş gelen bir kavramsallaştırma
ile ‘Yarışmacı Otoriter Sistem’ olarak adlandırılıyor. Elbette Türkiye’nin
otoriter sistem denemeleri tarihi oldukça zengin. O nedenle siyaset
bilimcilerin bu yakıştırması ciddiye alındığı takdirde, günümüz AKP rejiminin
Cumhuriyetin yüz yıllık tarihi içinde ‘nevi’i şahsına münhasır’ bir otoriter
rejim olduğu söylenebilir. Çünkü AKP, siyaset bilimcilerin bu yanıltıcı
yakıştırmasını kollarcasına, siyasetin ve özellikle de seçimlerin ‘yarışmacı’
görünümünün korunmasına daima özel bir ihtimam göstermiştir, bundan sonra da aynı
ihtimamı göstereceği kesindir. Bu da anlaşılabilir bir şey olmalı, çünkü her ne
kadar bir dekor da olsa, bu ‘yarışmacı’’ görünüm, günümüz AKP rejimi için
olmazsa olmazdır. O nedenle AKP rejiminde seçimler hiç aksatılmadan, yasalarca
belirlenmiş tarihlerde mutlaka yapılmaktadır. Adaylıklarda, oy sayımlarında,
seçim sonuçlarının açıklanmasında gerçekleşebilecek her türlü usulsüzlük,
yasadışılık ve manipülasyon, her durumda mutlaka mahkemeler, YSK ya da AYM gibi
mevcut anayasal kurumların ‘onay’ından geçmekte ve bunlara mutlaka görünürde de
olsa bir meşruluk kazandırılmaktadır. Yargı organları kullanılarak kimi
siyasetçi ya da partilerin yarışma dışı bırakılması sık sık uygulansa da, belli
başlı siyasi partilerin seçimlere katılması mutlaka sağlanmaktadır. Medya
üzerindeki iktidar kontrolü sürdürülür ve muhalif görünümlü medya organları ve
gazeteciler iktidar tarafından el altından beslenirken, sınırlı da olsa bazı
muhalif medya organlarının faaliyetlerine izin verilmektedir. AKP’nin bu
uygulamalarında son derece dikkatli ve ısrarlı olması sayesindedir ki, örneğin
Mayıs 2023 seçimleri sırasında Fransız Le Monde gazetesinin Türkiye
muhabirleri, bu seçimleri adeta Danimarka ya da Yunanistan seçimlerinden söz
eder gibi yorumlayabilmişlerdir. Söz konusu muhabirlerin aklına, Türkiye’deki
siyasal rejimin, Danimarka ya da Yunanistan’dan çok, Rusya veya Mısır’a
benzediği gelmemiştir.
Yukarıda, Mayıs 2023 seçimlerinin AKP rejiminin kısa ve
orta vadedeki geleceğini etkileyecek bir potansiyel taşıdığından söz ettim.
Elbette bu seçimler muhalefet için de büyük önem taşımaktaydı. Ne var ki bu önemin
içeriği, iktidar ve muhalefet açısından farklıydı. Şöyle ki, bu seçimleri
kaybetmek, iktidar için bir varoluş sorununu ifade etmekte, dolayısıyla da AKP
iktidarı bu seçimleri mutlaka kazanmak zorundaydı. AKP’nin son kazandığı
seçimin neredeyse on yıl önce gerçekleştiği düşünüldüğünde, konunun iktidar
için ifade ettiği hayatîlik çok daha iyi fark edilebilir.
Gerçekten de AKP, 2023 öncesindeki dokuz yılda yapılan
tüm seçimleri ya kaybetmiştir ya da nasıl kazandığı tartışmalıdır: 7
Haziran 2015 genel seçimleri, 1 Kasım 2015 genel seçimleri, 16 Nisan 2017
Anayasa Referandumu, 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel
seçimleri ve nihayet 31 Mart 2019 yerel seçimleri. Bu seçimlerin bazıları AKP
tarafından net bir şekilde kaybedilmiş, diğerleri ise şaibeli seçimler
olarak Türkiye siyasi tarihindeki yerlerini almıştır. Son on yılda, AKP’nin
üzerinde tartışma yapılmayan tek seçim zaferi 10 Ağustos 2014 tarihindeki
cumhurbaşkanlığı seçimleridir. O anlamda hayatiyeti dikkate alındığında, 2023
seçimlerinin her ne pahasına olursa olsun mutlaka kazanılması için gereken her
türlü tedbirin iktidar tarafından alındığı pekâlâ düşünülebilir.
Muhalefet için ise konu bir varoluş sorunu değil gibi
görünmekteydi. Her ne kadar kimi sözcüleri –‘bu seçim son seçim’ vb. gibi-
sorunun vahametini dile getiren kimi söylemleri kullanmış da olsalar, muhtemel
bir seçim yenilgisi, muhalefet kadroları için başa çıkılabilir bir gelişme
olarak görülmekteydi. Ki seçimler sonrasında Kılıçdaroğlu, ‘Kazanamadık ama dünyanın sonu değil’ diyerek bu yaklaşımı veciz
bir biçimde ifade edecektir. Oysa muhtemel bir seçim yenilgisi, iktidar için
pekâlâ ‘dünyanın sonu’ anlamına gelecekti. O nedenle de bu ihtimale karşı hazırlıklı
olduğunu düşünmek, komplocu bir yaklaşım olarak görülmemeli.
Elbette bu durum, muhalefet için her şeyin daha baştan
bittiği anlamına gelemezdi. Çünkü seçimler ve seçim sonuçlarının açıklanmasını
takip eden gelişmeler, iktidar ve muhalefetin atacakları adımlara,
uygulayacakları taktiklere göre, hesap edilmeyen yeni durumlar ortaya
çıkarabilirdi. Örneğin bu seçimde AKP, muhalefeti darmadağın eden ve sıfır
moralle bırakan bir zafer de elde edebilirdi; ki 28 Mayıs 2023 gecesi tam da bu
yaşanacaktır. Öte yanda seçimler iktidarın -iyice oyunun kuralları dışına
çıkarak- muhalefetin seçim zaferini ortadan kaldırmak zorunda kalacağı tam bir
Pirus zaferi ile de bitebilirdi. Bir başka ifadeyle, her iki durumda da sonunda
kazanacak bile olsa, iktidar partisi birinci durumda seçimlerden adeta yeniden
doğarak çıkabilir; ikinci durumda ise ortada moral kaybetmiş, yıpranmışlığı
şiddetlenmiş ve saflarındaki çözülmeler hızlanmış bir iktidar da olabilirdi.
Bir başka ifadeyle AKP’nin son yıllardaki ‘seçim kazanma’ sicili dikkate
alındığında, iktidarla muhalefet arasında büyük çaplı bir siyasal muharebe
anlamını taşıyan 2023 Mayıs seçimlerinin iktidar tarafından nasıl kaybedileceği
kadar, nasıl kazanılacağı da
çok büyük önem taşımaktaydı.
Strateji ve Taktik
Üzerine
AKP kurduğu otoriter rejim ile muhalefetin hayat
alanlarını büyük ölçüde daraltmıştı. Ama kendisini yeterince güçlü hissetmeyen
tüm baskı rejimlerinde olduğu gibi, seçimlere gidilirken, daha da ötede yeni
mevzi kazanımlarına hazırlanıyordu. Diğer yanda ortada, yirmi yıllık iktidarın
verdiği ciddi bir yıpranmışlık da vardı. Ülkenin gittikçe ağırlaşan ekonomik
sorunları, AKP seçmen desteğini tehdit eder boyutlardaydı. Bu durumda muhalefet
bileşenlerinin siyasal taktik belirleme becerileri, sadece basit bir şekilde
seçim sonuçlarını değil, ülkenin geleceğini de belirleyecek bir önem
taşımaktaydı.
Bilindiği üzere strateji de taktik de savaşın
yönetilmesine ilişkin askerî terimler. Her iki terimin de etimolojisi, bunların
savaş sanatına, savaşın yürütülmesine ilişkin anlamları olduğunu ortaya koyar.
Ama öte yanda Clausewitz’in ‘Savaş siyasetin başka araçlarla yürütülmesidir’
şeklindeki ünlü sözü dikkate alındığında, bu terimlerin siyasal ve sosyal
mücadelelerin yürütülmesi ve yorumlanmasında da işlevleri olacağı inkâr
edilemez. Bu konuda siyasette -geçmişte de günümüzde de- taktik, stratejiden
çok daha fazla kullanılan bir siyaset terimi olarak öne çıkmıştır. Strateji,
siyasi partilerin ya da hareketlerin iktidarı hedefleyen ve programlarını
hayata geçirmekle ilgili temel yönelişlerini ortaya koyarken, taktik, siyaset
öznelerinin stratejik yöneliş doğrultusu boyunca farklı durumlara göre
yapacakları manevraları ve bu manevraların araçlarını ifade eder. Örneğin
siyasi partilerin ittifak ya da işbirlikleri, muarızlarını zayıf düşürme
yolundaki manevraları, öne çıkardıkları sloganlar, aday seçimleri, seçmenlere
yaptıkları oy çağrıları, bütün bunlar, siyaset dilinde genel olarak siyasal
taktik çerçevesinde ele alınabilecek olgular.
Bu arada konumuz, Mayıs 2023 seçimlerinde Kürt
hareketinin ve solun taktik beceresiyle de ilgili olduğu için, burada bir
hatırlatmada bulunmakta yarar var. Bundan elli küsur yıl önce Hikmet
Kıvılcımlı, 1960’ların sol ve sosyal hareketinin bir daha içinden asla
çıkamayacağı bir krize girdiği koşullarda, ama öte yanda da solun ve sosyal
hareketin son on yıllık gelişmesinin tepe noktası olan 1970 yılında, bu kritik
döneme müdahale anlamında ardı ardına sekiz kitap yayınlamıştır. Bu kitaplardan
ikisi, Oportünizm Nedir? ile Halk Savaşının Planları, gerek
strateji gerekse taktik üzerine didaktik görünümlü ama son derece derin
açıklamalar içerir. Söz konusu askerî mücadele terimlerinin sosyal ve siyasal
mücadeleler alanında kullanılmasına ilişkin sol literatür o dönemde de çok
zengin değildi. O nedenle Kıvılcımlı’nın bu konudaki aydınlatma çabası,
1960’lar sol kuşağının siyasal eğitiminde önemli bir işlev görmüştür. Kıvılcımlı
o sıralarda solun geniş çevreleri tarafından okunmaktaydı, sonrasında ise bir
daha neredeyse hiç okunmadı. Dolayısıyla Türkiye solunda siyasal eğitimlerini
1974 sonrasında almış olan sol kadroların, bu önemli konudan habersiz
olduklarını, bu konu üzerinde pek (ya da hiç) düşünmediklerini söylemek
abartılı bir değerlendirme olarak görülmemeli. Kıvılcımlı’nın o sıralarda uzun
vadeli strateji konularında konuşmayı çok seven sol liderler hakkında şu
söylediklerinin, günümüz solunun lider kadrolarını da tanımlamakta işlevli
olacağı söylenebilir: ‘Taktik en şaşırtıcı kıvraklıkta zekâ, deney, enerji
ister. ‘At, kim farkına varacak?’ denemez. Yanılgı dakikasında insanı çarpar.
Stratejlerimizin Taktiğe sokulmayışları ondan olsa gerektir’ (Oportünizm
Nedir?)
Muhtemelen bunun da bir ifadesi olarak günümüzde bu
strateji ve taktik terimleri Türkiye siyasetinde layıkıyla ve gerçek
anlamlarına uygun kullanılmamakta. Bu konudaki eksiklik ve yanlışların, üstelik
strateji ve taktiğe ilişkin konularda teori yapmaya epey düşkün olan solun ve
Kürt hareketinin sözcülerinin bir eseri olması da ayrıca dikkat çekici. Somut
bir örnek vermek gerekirse, günlük siyaset dilinde taktik teriminin
kullanılacağı yerde strateji terimini kullanma şerefi Kürt ve solcu
siyasetçilere aittir. Bunun en dikkat çeken örneği, ünlü ‘stratejik oy
kullanma’ ifadesidir. Son yıllarda Kürt hareketinin ve solun kimi sözcüleri,
aday çıkarmadıkları yerlerde, özellikle CHP adaylarının desteklenmesini sık sık
‘stratejik oy kullanma’ olarak adlandırdılar. Oysa ‘strateji’ ve ‘oy’
sözcüklerinin bu tarz bir yan yana getirilmesi bile, adeta bir oksimoron
örneği olarak görülebilir. Çünkü başka bir partinin adayına oy verilmesi
çağrısından söz ediyorsanız, orada söz konusu olan bir defalığına, o seçime
ilişkin olarak takınılacak bir tavırdır. Yoksa örneğin HDP herhangi bir seçimde
seçmenlerine, ‘CHP ile uzun vadeli bir hükümet programında anlaşmış bulunuyoruz,
o nedenle önümüzdeki yıllarda gerçekleşecek olan seçimlerde belli yerlerde CHP
adaylarına oy vereceğiz’ tarzında bir çağrı yapmamıştır. Tersine belli yerlerde
CHP adaylarına oy verme çağrısı, sadece tek bir seçime, bir başka deyişle
siyasi mücadelenin belirli bir momentine ilişkindir. Dolayısıyla da bu tutumun
adı ‘taktik oy kullanma’dır ve HDP’nin seçmenlerine yaptığı CHP adayına oy
verilmesi çağrısı da tam anlamıyla bir taktik yönelişi ifade eder. Stratejik
bir yönelişle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Çünkü bu politikanın daha
sonra uygulanıp uygulanmayacağı, koşulların ne ölçüde değişeceğine bağlıdır ve
bu durum, sadece konunun HDP içinde yeniden tartışılmasına değil, HDP ile CHP
arasında yeni pazarlıkların yapılmasına da bağlıdır. Ama işte günlük dilde
‘taktik’ sözcüğü sık sık oportünistçe manevraları tanımlamakta kullanıldığı
için olacak, Kürt ve solcu siyasetçiler ‘strateji’ terimini daha ‘şık’ bulmuşlar
ve Türkiye siyaset diline ‘stratejik oy kullanma’ gibi tuhaf bir kavram
kazandırmışlardır. İlginç bir şekilde bu kavram, adeta bir ‘galat-ı meşhur’
olma yolundadır. Elbette bu yanlış kullanımın, Kürt hareketinin ve solun
örneğin son seçimlerde gösterdiği taktik belirleme beceriksizliğinin bir diğer
göstergesi olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusu olmalı.
Gelecek Yazı:
Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak II
‘Altılı Masa’ Partileri ve
Muhalefetin Cumhurbaşkanı Adayı Konusu
Akşener ve ‘Altılı Masa'
Kılıçdaroğlu’nun Adaylığı İçin
İktidar-Muhalefet Elele