23 Ocak 2024 Salı

Pirandello’yu Hatırlarken

 

Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak I

İtalyan yazar Luigi Pirandello, 1929 yılında sahnelenen Beni İstediğin Gibi adlı oyununda, insanlardaki güçlü inanma isteğinin, onları nasıl gerçekleşmesi imkânsız şeylere inandırdığını anlatır. Oyunun kahramanı Cia, on yıl önce yaşanmış bir savaş sırasında kaybolmuş bir kadının, deyim yerindeyse ‘yerine geçmiş’tir. Ne var ki onun istemeyerek kabul ettiği, aslında inanılması da pek mümkün olmayan bu rolü, çevresindeki herkes gerçek olarak kabul eder. Kadın, gerçek Cia’nın on yıl önce yapılmış portresindeki kadına çok ama çok benzemektedir.

Tıpkı o tablodaki kadın gibi o da çok genç ve güzeldir. Ne var ki gerçek Cia on yıl önce kaybolmuştur ve dahası, kaybolmadan önce korkunç şeyler yaşamıştır. Aradan on yıl geçtikten sonra aynı kadının gençliğinden, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeden tekrar ortaya çıkması akıl alabilir bir şey olabilir mi? Elbette olamaz. Ama işte o gerçek Cia’yı tanımış pek çok insan için bu mümkün olabilmiştir. Bu insanlar, inanmak istedikleri için bu yanılsamayı benimsemişlerdir. Tabii bu arada, başta kayıp Cia’nın kocası olmak üzere, bu yanılsamayı işlerine geldiği için sinik bir biçimde benimser görünenler de vardır. Ama sonuç hepsi için aynıdır: ‘On yıl önce kaybolan Cia nihayet yuvasına geri dönmüştür!’

Pirandello, oyunun son sahnesinde gerçek Cia'yı ortaya çıkarır. Tahmin edilebileceği üzere söz konusu olan, sadece güzelliğini değil, aklını ve hafızasını da yitirmiş, zamanından önce yaşlanmış bir kadındır. Gerçek Cia'dır çünkü. Son sahnede sahte Cia, çevresindekilere, kendilerini inandırdıkları yanılsamayı şöyle açıklar:

‘‘Hayır! Buna hayır işte! O tablodaki kadınla benzerliğim, hepinizi beni tanımaya sevk eden o benzerlik, kesinlikle bir kanıt olamazdı. Ve haykırdım: ‘Nasıl mümkün olabilir? Bir düşünün. Korkunç bir savaş yaşamış, korkunç bir on yıl geçirmiş bir kadın, nasıl olur da hiç değişmeden o tablodaki haliyle kalabilir?’ Tam da tersine bizzat o benzerlik, benim ben olmadığımı göstermiyor mu? Ama işte bir şeye inanıldığında -ya da inanmak işimize geldiğinde- böylesine aşikâr şeyler üzerine düşünmek aklımıza bile gelmez. Ya da düşünülmek istenmez. On yıl sonra hiç değişmeden aynı kalmak tam da tersine güçlü bir karşı kanıttır. Ama neden kabul edilmiyor? Oysa bu bahtsız kadın elbette Cia olabilir; çünkü bir zamanların Cia’sına hiç mi hiç benzemiyor... Bense, evet, hepinizin benden kuşku duymanızı istiyorum. Tıpkı ondan kuşku duyduğunuz gibi. O sayede kendime inanan yegâne kişi olduğum için rahatlayacağım! Onu tanımadınız... Gerçekten tanınmaz bir halde olduğu için değil mi? Yoksa baktığınızda onun çizgilerini göremediğiniz için mi? Ya da sizlere yeterli kanıt verilmediğinden ötürü mü? Hayır! Sadece inanasınız gelmiyor! Hepsi bu! İnanmak istendiği zaman, ona direnecek hiçbir karşı kanıt olamaz!..’’

Mayıs 2023 seçimlerine giden süreçte muhalefetin geniş kesimlerinin Kılıçdaroğlu’nun adaylığına, onun seçim performansına ve kazanılacak zafere dair müthiş inançları, bana Pirandello’nun on yıllar önce okuduğum bu oyununu hatırlattı. Gerçekten de seçimlere giden süreçte, Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanacağına dair inanç, sadece on milyonlarla ifade edilen muhalif seçmen kitlesini değil, kimi siyasal analistleri, gazetecileri ve süreçte son derece önemli rolleri olan kimi siyasetçileri de etkisi altına almıştı. Muhalif medyada konuşan ‘Altılı Masa’nın üç siyasi İslam kökenli partisinin sözcüleri, gazeteciler ve kanaat önderleri, sokak röportajlarındaki yurttaşlar, başta Kılıçdaroğlu gelmek üzere CHP yöneticileri ve solun ve Kürt hareketinin geniş kesimleri, çok içten bir biçimde ve her fırsatta, muhalefetin zaferini ve Erdoğan’ın yenilgisini adeta ilan etmekteydiler.

Oysa Pirandello’nun oyunundaki gibi bu seçimler öncesinde de muhalefetin bu kanaati ve inancı tam bir yanılsamayı ifade ediyordu. Çünkü nasıl Pirandello’nun kahramanı kayıp Cia’nın on yıl sonra tüm gençliği ve güzelliği ile geri dönmesi olanaksız idiyse, Kılıçdaroğlu’nun da Erdoğan’a karşı zaferi imkânsızdı. CHP genel başkanı, muhalefetin içinden çıkabilecek ve Erdoğan’ı alt edeceği ya da zorlayacağı düşünülebilecek en kötü adaydı. Bunu her şeyden önce Erdoğan biliyordu, Bahçeli de biliyordu. O nedenle oldukça erken tarihlerden itibaren onun adaylığını tercih ettiklerini açıkça ifade etmişlerdi. Ama işte CHP’den HDP’ye, oradan TİP ve başka sol gruplar etrafında toplanmış on milyonlarla ifade edilen devasa bir muhalif kitle bu imkânsızın gerçekleşeceğine içtenlikle inanmıştı. Tabii bu arada tıpkı Pirandello’nun oyununda olduğu gibi, muhalif cephede de gerçekte hiç mi hiç inanmadıkları halde Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını sinik bir biçimde dile getirenler olduğunu da unutmamak gerek.

Sonunda seçimler yaşandı ve Kılıçdaroğlu’nun sadece bu seçimde zaferini değil, Erdoğan’ı biraz olsun zorlayabileceğini hayal etmenin bile ne kadar büyük bir yanılsama olduğu herkes tarafından görüldü. Elbette yaşanan sadece bir seçim yenilgisi de değildi. Muhalif cephede, yanılsamanın büyüklüğü ölçüsünde bir moral bozukluğu ortaya çıktı. Oysa diğer yanda iktidar cephesi, yirmi yıllık iktidarının ve son yılların ekonomik sorunlarının yarattığı kaçınılmaz yıpranmayı seçimlerin ardından hızla aşacak, kendisini toparlayacak, moral kazanacak, adeta yeniden doğacaktı.

Ancak her nedense, özellikle de Kılıçdaroğlu’nun adaylığının arkasında -üstelik oldukça erken tarihlerden itibaren- hevesle durmuş olan Kürt hareketinden ve solun çeşitli unsurlarından, Türkiye siyasi tarihinin bu önemli dönemecinde yaşananların soğukkanlı bir değerlendirmesi gelmedi. Üstelik bugün bu sorun, sadece yakın geçmişte olan bitenin anlaşılmasından da öte bir anlam taşımakta. Çünkü sonuçları itibariyle AKP iktidarını daha da güçlendirebilecek, kısa ve orta vadede adeta yıkılmaz hale getirecek, muhalefeti ise iyiden iyiye dağıtabilecek yeni bir siyasal moment olarak bu kez yerel seçimler gündemdedir. Ve Mart 2024’te yapılacak yerel seçimler bir kere daha, Kürt hareketi için de sol partiler için de, tıpkı Mayıs 2023 seçimlerinde yaşandığı gibi önemli bir siyasal taktik belirleme sınavı anlamına gelmektedir. Yakın zamanlarda Kürt hareketi sözcülerinden birinin 2024 yerel seçimleriyle ilgili olarak, ‘İktidarı sağcı bir muhalefeti destekleyerek değiştirme gibi bir amacımız yok’[1] diye konuştuğu ya da Meral Akşener’in Mayıs 2023 seçimlerindeki sinik politikasının bir benzerini, hatta muhalefet için daha da tehlikelisini yürüttüğü, Davutoğlu’nun iktidarın ‘liyakat sahibi’ adaylarını destekleyebileceklerini söylediği dikkate alındığında, Mayıs 2023 seçimlerinde yaşananların geçmişi değil, günceli ve geleceği de anlamaya olanak verdiği görülebilir.

Seçimlerden Bir Seçim mi?

O anlamda bu seçimlerin Türkiye’de son yirmi yılda inşa edilmiş olan yeni rejimin, kısa ve orta vadedeki geleceğini etkileyecek bir potansiyel taşıdığını görmek zor değildi. Bilindiği üzere mevcut AKP rejimi, kimi siyaset bilimcileri tarafından kulaklara hoş gelen bir kavramsallaştırma ile ‘Yarışmacı Otoriter Sistem’ olarak adlandırılıyor. Elbette Türkiye’nin otoriter sistem denemeleri tarihi oldukça zengin. O nedenle siyaset bilimcilerin bu yakıştırması ciddiye alındığı takdirde, günümüz AKP rejiminin Cumhuriyetin yüz yıllık tarihi içinde ‘nevi’i şahsına münhasır’ bir otoriter rejim olduğu söylenebilir. Çünkü AKP, siyaset bilimcilerin bu yanıltıcı yakıştırmasını kollarcasına, siyasetin ve özellikle de seçimlerin ‘yarışmacı’ görünümünün korunmasına daima özel bir ihtimam göstermiştir, bundan sonra da aynı ihtimamı göstereceği kesindir. Bu da anlaşılabilir bir şey olmalı, çünkü her ne kadar bir dekor da olsa, bu ‘yarışmacı’’ görünüm, günümüz AKP rejimi için olmazsa olmazdır. O nedenle AKP rejiminde seçimler hiç aksatılmadan, yasalarca belirlenmiş tarihlerde mutlaka yapılmaktadır. Adaylıklarda, oy sayımlarında, seçim sonuçlarının açıklanmasında gerçekleşebilecek her türlü usulsüzlük, yasadışılık ve manipülasyon, her durumda mutlaka mahkemeler, YSK ya da AYM gibi mevcut anayasal kurumların ‘onay’ından geçmekte ve bunlara mutlaka görünürde de olsa bir meşruluk kazandırılmaktadır. Yargı organları kullanılarak kimi siyasetçi ya da partilerin yarışma dışı bırakılması sık sık uygulansa da, belli başlı siyasi partilerin seçimlere katılması mutlaka sağlanmaktadır. Medya üzerindeki iktidar kontrolü sürdürülür ve muhalif görünümlü medya organları ve gazeteciler iktidar tarafından el altından beslenirken, sınırlı da olsa bazı muhalif medya organlarının faaliyetlerine izin verilmektedir. AKP’nin bu uygulamalarında son derece dikkatli ve ısrarlı olması sayesindedir ki, örneğin Mayıs 2023 seçimleri sırasında Fransız Le Monde gazetesinin Türkiye muhabirleri, bu seçimleri adeta Danimarka ya da Yunanistan seçimlerinden söz eder gibi yorumlayabilmişlerdir. Söz konusu muhabirlerin aklına, Türkiye’deki siyasal rejimin, Danimarka ya da Yunanistan’dan çok, Rusya veya Mısır’a benzediği gelmemiştir.

Yukarıda, Mayıs 2023 seçimlerinin AKP rejiminin kısa ve orta vadedeki geleceğini etkileyecek bir potansiyel taşıdığından söz ettim. Elbette bu seçimler muhalefet için de büyük önem taşımaktaydı. Ne var ki bu önemin içeriği, iktidar ve muhalefet açısından farklıydı. Şöyle ki, bu seçimleri kaybetmek, iktidar için bir varoluş sorununu ifade etmekte, dolayısıyla da AKP iktidarı bu seçimleri mutlaka kazanmak zorundaydı. AKP’nin son kazandığı seçimin neredeyse on yıl önce gerçekleştiği düşünüldüğünde, konunun iktidar için ifade ettiği hayatîlik çok daha iyi fark edilebilir.

Gerçekten de AKP, 2023 öncesindeki dokuz yılda yapılan tüm seçimleri ya kaybetmiştir ya da nasıl kazandığı tartışmalıdır: 7 Haziran 2015 genel seçimleri, 1 Kasım 2015 genel seçimleri, 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu, 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri ve nihayet 31 Mart 2019 yerel seçimleri. Bu seçimlerin bazıları AKP tarafından net bir şekilde kaybedilmiş, diğerleri ise şaibeli seçimler olarak Türkiye siyasi tarihindeki yerlerini almıştır. Son on yılda, AKP’nin üzerinde tartışma yapılmayan tek seçim zaferi 10 Ağustos 2014 tarihindeki cumhurbaşkanlığı seçimleridir. O anlamda hayatiyeti dikkate alındığında, 2023 seçimlerinin her ne pahasına olursa olsun mutlaka kazanılması için gereken her türlü tedbirin iktidar tarafından alındığı pekâlâ düşünülebilir.

Muhalefet için ise konu bir varoluş sorunu değil gibi görünmekteydi. Her ne kadar kimi sözcüleri –‘bu seçim son seçim’ vb. gibi- sorunun vahametini dile getiren kimi söylemleri kullanmış da olsalar, muhtemel bir seçim yenilgisi, muhalefet kadroları için başa çıkılabilir bir gelişme olarak görülmekteydi. Ki seçimler sonrasında Kılıçdaroğlu, ‘Kazanamadık ama dünyanın sonu değil’ diyerek bu yaklaşımı veciz bir biçimde ifade edecektir. Oysa muhtemel bir seçim yenilgisi, iktidar için pekâlâ ‘dünyanın sonu’ anlamına gelecekti. O nedenle de bu ihtimale karşı hazırlıklı olduğunu düşünmek, komplocu bir yaklaşım olarak görülmemeli.

Elbette bu durum, muhalefet için her şeyin daha baştan bittiği anlamına gelemezdi. Çünkü seçimler ve seçim sonuçlarının açıklanmasını takip eden gelişmeler, iktidar ve muhalefetin atacakları adımlara, uygulayacakları taktiklere göre, hesap edilmeyen yeni durumlar ortaya çıkarabilirdi. Örneğin bu seçimde AKP, muhalefeti darmadağın eden ve sıfır moralle bırakan bir zafer de elde edebilirdi; ki 28 Mayıs 2023 gecesi tam da bu yaşanacaktır. Öte yanda seçimler iktidarın -iyice oyunun kuralları dışına çıkarak- muhalefetin seçim zaferini ortadan kaldırmak zorunda kalacağı tam bir Pirus zaferi ile de bitebilirdi. Bir başka ifadeyle, her iki durumda da sonunda kazanacak bile olsa, iktidar partisi birinci durumda seçimlerden adeta yeniden doğarak çıkabilir; ikinci durumda ise ortada moral kaybetmiş, yıpranmışlığı şiddetlenmiş ve saflarındaki çözülmeler hızlanmış bir iktidar da olabilirdi. Bir başka ifadeyle AKP’nin son yıllardaki ‘seçim kazanma’ sicili dikkate alındığında, iktidarla muhalefet arasında büyük çaplı bir siyasal muharebe anlamını taşıyan 2023 Mayıs seçimlerinin iktidar tarafından nasıl kaybedileceği kadar, nasıl kazanılacağı da çok büyük önem taşımaktaydı.

Strateji ve Taktik Üzerine

AKP kurduğu otoriter rejim ile muhalefetin hayat alanlarını büyük ölçüde daraltmıştı. Ama kendisini yeterince güçlü hissetmeyen tüm baskı rejimlerinde olduğu gibi, seçimlere gidilirken, daha da ötede yeni mevzi kazanımlarına hazırlanıyordu. Diğer yanda ortada, yirmi yıllık iktidarın verdiği ciddi bir yıpranmışlık da vardı. Ülkenin gittikçe ağırlaşan ekonomik sorunları, AKP seçmen desteğini tehdit eder boyutlardaydı. Bu durumda muhalefet bileşenlerinin siyasal taktik belirleme becerileri, sadece basit bir şekilde seçim sonuçlarını değil, ülkenin geleceğini de belirleyecek bir önem taşımaktaydı.

Bilindiği üzere strateji de taktik de savaşın yönetilmesine ilişkin askerî terimler. Her iki terimin de etimolojisi, bunların savaş sanatına, savaşın yürütülmesine ilişkin anlamları olduğunu ortaya koyar. Ama öte yanda Clausewitz’in ‘Savaş siyasetin başka araçlarla yürütülmesidir’ şeklindeki ünlü sözü dikkate alındığında, bu terimlerin siyasal ve sosyal mücadelelerin yürütülmesi ve yorumlanmasında da işlevleri olacağı inkâr edilemez. Bu konuda siyasette -geçmişte de günümüzde de- taktik, stratejiden çok daha fazla kullanılan bir siyaset terimi olarak öne çıkmıştır. Strateji, siyasi partilerin ya da hareketlerin iktidarı hedefleyen ve programlarını hayata geçirmekle ilgili temel yönelişlerini ortaya koyarken, taktik, siyaset öznelerinin stratejik yöneliş doğrultusu boyunca farklı durumlara göre yapacakları manevraları ve bu manevraların araçlarını ifade eder. Örneğin siyasi partilerin ittifak ya da işbirlikleri, muarızlarını zayıf düşürme yolundaki manevraları, öne çıkardıkları sloganlar, aday seçimleri, seçmenlere yaptıkları oy çağrıları, bütün bunlar, siyaset dilinde genel olarak siyasal taktik çerçevesinde ele alınabilecek olgular.

Bu arada konumuz, Mayıs 2023 seçimlerinde Kürt hareketinin ve solun taktik beceresiyle de ilgili olduğu için, burada bir hatırlatmada bulunmakta yarar var. Bundan elli küsur yıl önce Hikmet Kıvılcımlı, 1960’ların sol ve sosyal hareketinin bir daha içinden asla çıkamayacağı bir krize girdiği koşullarda, ama öte yanda da solun ve sosyal hareketin son on yıllık gelişmesinin tepe noktası olan 1970 yılında, bu kritik döneme müdahale anlamında ardı ardına sekiz kitap yayınlamıştır. Bu kitaplardan ikisi, Oportünizm Nedir? ile Halk Savaşının Planları, gerek strateji gerekse taktik üzerine didaktik görünümlü ama son derece derin açıklamalar içerir. Söz konusu askerî mücadele terimlerinin sosyal ve siyasal mücadeleler alanında kullanılmasına ilişkin sol literatür o dönemde de çok zengin değildi. O nedenle Kıvılcımlı’nın bu konudaki aydınlatma çabası, 1960’lar sol kuşağının siyasal eğitiminde önemli bir işlev görmüştür. Kıvılcımlı o sıralarda solun geniş çevreleri tarafından okunmaktaydı, sonrasında ise bir daha neredeyse hiç okunmadı. Dolayısıyla Türkiye solunda siyasal eğitimlerini 1974 sonrasında almış olan sol kadroların, bu önemli konudan habersiz olduklarını, bu konu üzerinde pek (ya da hiç) düşünmediklerini söylemek abartılı bir değerlendirme olarak görülmemeli. Kıvılcımlı’nın o sıralarda uzun vadeli strateji konularında konuşmayı çok seven sol liderler hakkında şu söylediklerinin, günümüz solunun lider kadrolarını da tanımlamakta işlevli olacağı söylenebilir: ‘Taktik en şaşırtıcı kıvraklıkta zekâ, deney, enerji ister. ‘At, kim farkına varacak?’ denemez. Yanılgı dakikasında insanı çarpar. Stratejlerimizin Taktiğe sokulmayışları ondan olsa gerektir’ (Oportünizm Nedir?)

Muhtemelen bunun da bir ifadesi olarak günümüzde bu strateji ve taktik terimleri Türkiye siyasetinde layıkıyla ve gerçek anlamlarına uygun kullanılmamakta. Bu konudaki eksiklik ve yanlışların, üstelik strateji ve taktiğe ilişkin konularda teori yapmaya epey düşkün olan solun ve Kürt hareketinin sözcülerinin bir eseri olması da ayrıca dikkat çekici. Somut bir örnek vermek gerekirse, günlük siyaset dilinde taktik teriminin kullanılacağı yerde strateji terimini kullanma şerefi Kürt ve solcu siyasetçilere aittir. Bunun en dikkat çeken örneği, ünlü ‘stratejik oy kullanma’ ifadesidir. Son yıllarda Kürt hareketinin ve solun kimi sözcüleri, aday çıkarmadıkları yerlerde, özellikle CHP adaylarının desteklenmesini sık sık ‘stratejik oy kullanma’ olarak adlandırdılar. Oysa ‘strateji’ ve ‘oy’ sözcüklerinin bu tarz bir yan yana getirilmesi bile, adeta bir oksimoron örneği olarak görülebilir. Çünkü başka bir partinin adayına oy verilmesi çağrısından söz ediyorsanız, orada söz konusu olan bir defalığına, o seçime ilişkin olarak takınılacak bir tavırdır. Yoksa örneğin HDP herhangi bir seçimde seçmenlerine, ‘CHP ile uzun vadeli bir hükümet programında anlaşmış bulunuyoruz, o nedenle önümüzdeki yıllarda gerçekleşecek olan seçimlerde belli yerlerde CHP adaylarına oy vereceğiz’ tarzında bir çağrı yapmamıştır. Tersine belli yerlerde CHP adaylarına oy verme çağrısı, sadece tek bir seçime, bir başka deyişle siyasi mücadelenin belirli bir momentine ilişkindir. Dolayısıyla da bu tutumun adı ‘taktik oy kullanma’dır ve HDP’nin seçmenlerine yaptığı CHP adayına oy verilmesi çağrısı da tam anlamıyla bir taktik yönelişi ifade eder. Stratejik bir yönelişle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Çünkü bu politikanın daha sonra uygulanıp uygulanmayacağı, koşulların ne ölçüde değişeceğine bağlıdır ve bu durum, sadece konunun HDP içinde yeniden tartışılmasına değil, HDP ile CHP arasında yeni pazarlıkların yapılmasına da bağlıdır. Ama işte günlük dilde ‘taktik’ sözcüğü sık sık oportünistçe manevraları tanımlamakta kullanıldığı için olacak, Kürt ve solcu siyasetçiler ‘strateji’ terimini daha ‘şık’ bulmuşlar ve Türkiye siyaset diline ‘stratejik oy kullanma’ gibi tuhaf bir kavram kazandırmışlardır. İlginç bir şekilde bu kavram, adeta bir ‘galat-ı meşhur’ olma yolundadır. Elbette bu yanlış kullanımın, Kürt hareketinin ve solun örneğin son seçimlerde gösterdiği taktik belirleme beceriksizliğinin bir diğer göstergesi olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusu olmalı.

Gelecek Yazı:

 Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak II

‘Altılı Masa’ Partileri ve Muhalefetin Cumhurbaşkanı Adayı Konusu

Akşener ve ‘Altılı Masa'

 Kılıçdaroğlu’nun Adaylığı İçin İktidar-Muhalefet Elele



[1] https://www.gazetepencere.com/hedep-bu-yerel-secimde-2019-pozisyonunda-olmayacak/

Pirandello’yu Hatırlarken

  Türkiye Siyasetine Seçimler Aynasından Bakmak I İtalyan yazar Luigi Pirandello, 1929 yılında sahnelenen Beni İstediğin Gibi adlı oyununda...