13 Kasım 2025 Perşembe

Adı Konulamayan Sürecin Birinci Yılında


https://birikimdergisi.com/guncel/12204/adi-konulamayan-surecin-birinci-yilinda

Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 günü meclis kürsüsünden Öcalan’a yaptığı çağrının üzerinden bir yıl geçti. Her ne kadar pek çok şey gizli tutulsa da son bir yılda yaşanan gelişmeler, bu çağrı ile kamuoyuna açıklanan sürecin geldiği yer ve muhtemel yönelişleri konusunda konuşmaya olanak vermekte.[1]

Bahçeli’nin bu çağrısı, bir süredir iktidar ile Öcalan ve Öcalan ile Kandil arasında görüşmeler yürütüldüğüne ilişkin olarak ortalıkta dolaşan haberlerin de doğrulanması anlamına geliyordu. Bu haberler, kamuoyunda bu görüşmelerin ne kadar çözüm odaklı ne kadar siyasal taktik hesaplarıyla bağlantılı olduğuna ilişkin bir merak uyandırmıştı. Çünkü son barış süreci 2015’teki şiddetli çatışmalarla sona erdirildikten sonra iktidar tarafından Kürt hareketi, kendisiyle müzakere yapılacak bir siyasal aktör olarak değil, tasfiyesi hedeflenen bir düşman olarak görülmüş ve bu söylem ve yaklaşım 2024’ün Ekim ayına kadar kararlı bir şekilde sürdürülmüştü. Ama diğer yanda son yıllarda iktidarın taktik ihtiyaçlarına bağlı olarak örneğin 2017 Referandumu, 2019 İstanbul belediye başkanlığı seçimleri ve 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Öcalan ile -hatta belki Kandil ile de- sınırlı hedefleri olan müzakerelerin, pazarlıkların yapılmış olması da kuvvetle muhtemeldi. Hatta 2019 İstanbul belediye başkanlığı seçimleri öncesinde Öcalan ile yapılan görüşmelerin varlığından, ünlü ‘Öcalan mektubu’ sayesinde kamuoyu da haberdar olmuştu. Ama taktik hesaplara dayanan bu sınırlı temaslar bir yana, bir yıl öncesine kadar Kürt hareketi, iktidar tarafından bir çözüm muhatabı olarak görülmemiş, PKK ise savaşçı söylemini ve zaman zaman da propaganda amaçlı silahlı eylemlerini sürdürmüştü.

 

Süreç Neden Başlatıldı ya da ‘Devlet Aklı’ mı Yoksa İktidarın Aklı mı?

Bahçeli’nin Öcalan ile ve Kürt hareketinin diğer bileşenleri ile yapılacak bir müzakere sürecini başlatan çağrısı, yarattığı şaşkınlığın yanı sıra, bu beklenmedik gelişmenin nedenleri üzerine sorgulamaları da gündeme getirdi. İlginç bir şekilde nispeten kısa bir süre içinde, hemen her kanattan siyasal gözlemciler arasında, iktidarın Kürt siyasetindeki bu radikal değişiminin nedenleri hakkında bir oybirliği oluştu. Buna göre, 7 Ekim 2023 Hamas saldırısını takip eden dönemde Ortadoğu’da o kadar önemli gelişmeler yaşanmıştı ki, ‘Devlet Aklı’ kendisini yeni bir stratejik yöneliş içine girmek zorunda hissetmişti. Bir başka ifadeyle yeni sürecin temelinde o ‘Akıl’ vardı. Kimi daha ‘uçuk’ gözlemlere göre, Erdoğan’ı bu yönelişe zorlayan ‘Devlet Aklı’nın temsilcisi olan Bahçeli’ydi. MHP lideri, mevcut iktidarın ve onun dayandığı ittifakın dışında olan ve devletin genel ve uzun vadeli hesap ve çıkarlarını gözeten çevrelerin sözcülüğünü alıp bu cesur çıkışı yapmıştı. Bahçeli’nin bu konuda ön planda oluşu, Erdoğan’ın ise uzun bir süre konuya mesafeli bir yaklaşım sürdürmesi ancak böyle açıklanabilirdi vs..

Kuşkusuz Hamas saldırısını izleyen ilk bir yıl içinde Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin önemi dikkate alındığında, bu tarz açıklamalarda ilk bakışta doğruluk payı var gibi görülebilir. Ayrıca Türkiye’de ‘Devlet Aklı’ ya da ‘Derin Devlet’ türünden mitlerin her türden siyasal analizin olmazsa olmaz klişeleri olduğu düşünüldüğünde, bu açıklamaların oldukça ikna edici olduğu da söylenebilir. Ancak bu açıklamaların ihmal ettiği bir önemli nokta vardı. 2024 yılında Erdoğan-Bahçeli iktidarının ülke içi siyasette karşılaştıkları güçlükler ve açmazlar ve bunların dayattığı iç siyasete dönük taktik değişim ihtiyaçları, bölgesel çıkarlarla ilgili sözde stratejik adımlardan çok daha büyük bir öncelik taşımaktaydı.

2024’ün Ekim ayında iktidar, Öcalan’la anlaşmasına ilişkin olarak attığı adımların ilanını birkaç hafta ya da birkaç ay geciktirseydi, Türkiye’nin uluslararası ya da bölgesel ilişkileri konusunda herhangi bir şey için geç kalmış olmazdı. Ne var ki iç siyasette son birkaç yılda yaşanan ve son aylarda daha da hızlanan gelişmeler, iktidarı esas bu alanda acil taktik müdahalelere zorlamaktaydı. Her şeyden önce, Bahçeli’nin çağrısından sadece altı ay önce yapılan yerel seçimler, iktidar için alarm zillerini çalmıştı. Acele edilmesi, hem de çok acele edilmesi gereken esas konu buydu. Tam da bu nedenle Bahçeli bu konuşmayı yapmak için, onbeş gün sonra yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarının ortaya çıkmasını bile beklememişti. Oysa konu gerçekten de Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere bölge ile ilgili stratejik çıkarları ise, başkanlık seçimini beklemekten de öte, Bahçeli’nin yeni ABD başkanının göreve başlayacağı tarih olan 20 Ocak 2025 öncesinde Ortadoğu politikasının ana hatlarını açıklamasını ve bununla bağlantılı -yeni dışişleri bakanı, Ortadoğu temsilcisi, Türkiye büyükelçisi vb. gibi- atamalar yapmasını bile beklemesi gerekirdi

Öcalan ile anlaşma sürecini ‘Devlet Aklı’, ‘uluslararası çıkarlar’, ‘Türkiye’nin sınırlarını büyütmesi’ ve benzeri klişelerle formüle eden araçsal açıklamalar bir kenara bırakılıp, Türkiye siyasetinin son yıllardaki gerçekliğine bakıldığında, çok daha gerçekçi açıklamalara varılabilir. 31 Mart 2024 yerel seçimleri iktidara, eğer gelişmeler böyle devam ederse gelecek seçimleri ancak ‘Maduro metodu’ ile kazanabileceğini göstermişti. Bir başka ifadeyle eğer muhalefetin kimi önde gelen aktörleri siyaset dışına atılamaz ve CHP’nin yerel seçimlerde ele geçirdiği politik üstünlük ortadan kaldırılamaz ise, seçimler ancak günümüz Venezuela’sında olduğu gibi Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı ile kazanılabilecekti. Ne var ki Türkiye gibi otoriter rejimin hala kendisini yeterince güçlü hissedemediği ve sandık meşruiyetine hala ihtiyacı olduğu bir ülkede, bu metot öyle kolay kolay başvurulacak bir yol değildir. Türkiye’de YSK kararı ile kazanılacak bir seçim, başvurulabilecek ‘son çare’ olabilirdi. Bu durumda ‘Maduro metodu’na mahkûm olmak istemeyen iktidar stratejleri için çok daha orijinal taktik manevra ve operasyonlara girişmek tek seçenekti ve doğal olarak Kürt sorunu, bu yeni manevra ve operasyonların merkezi konusu olmak durumundaydı.

Kuşkusuz bu sürecin hazırlıklarına ilişkin olarak iktidar kulislerinde yaşanan tartışma, pazarlık ve manevralara dair hiçbir bilgi mevcut değil. Ancak en akla uygun senaryo, Öcalan ile bu yeni sürecin hazırlık planlarının Erdoğan’ın talimatı ile iktidar kurmayları tarafından hazırlanmış olduğudur. Bu yönelişin kamuoyuna sunuluşunu ise -muhtemelen ciddi tehdit ve şantajlar da içeren yoğun bir pazarlık sonucu- Bahçeli üstlenmiştir.

Türkiye siyasetinde en azından Gezi gösterilerinden beri yaşananlar (Türk) muhalefetin iktidarı ancak Kürtlerle ittifak ederek alaşağı edebileceğini defalarca göstermiştir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde, 2017 referandumunda, 2019 İstanbul belediye başkanlığı seçimlerinin tekrarında, 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve nihayet 30 Mart 2024 yerel seçimlerinde (Türk) muhalefetle Kürtler arasında sandıkta gerçekleşen fiili ittifak, iktidarın sürekli korkulu rüyası oldu. Ama diğer yanda bu ittifak son derece kırılgandır da. Her şeyden önce, her biri farklı düzeylerde de olsa, (Türk) muhalefetin hemen bütün bileşenleri, Türk milliyetçisi önyargılardan mustariptir ve Kürt hareketine karşı güvensizlikten açık düşmanlığa kadar giden duygular taşımaktadır. Bu ise Kürt hareketi ile ilişki ve ittifak konusunu muhalefetin Aşil topuğu haline getirmektedir. İktidar için manevra ve operasyon alanı yaratan tam da bu zaaftır. Bu anlamda 22 Ekim 2024 günü Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrı, son yıllarda Türk ve Kürt muhalefet arasında oluşan ve 2024 yerel seçimlerinde zirveye ulaşan ittifak ve yan yana gelme eğilimini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir taktik yönelişin kamuoyuna açıklanması olarak görülmelidir.

 

Öcalan Neden Yeni Bir Müzakere Sürecine Katılmayı Kabul Etti?

İktidarın Öcalan’a yaptığı müzakere önerisinin onun kişisel konumu açısından özgün bir nitelik taşıdığı çok açık. Kendisine bu öneri yapıldığında Öcalan yirmi beş yıldır hapiste olan yetmiş beş yaşında bir siyasi mahkumdur. Bu sürede Kürt hareketinin en önemli figürü olarak zaman zaman siyasete müdahale etme imkanını bulabilmiştir. Ne var ki bu çeyrek yüzyıllık uzun dönemde siyasetle ilişkisi tamamen koparılmış bir mahkûm gibi yaşadığı yıllar da olmuştur. Ve işte bir gün gelmiş ve kendisine iki seçenek sunulmuştur. Siyasete sınırlı etkisinin tamamen iktidarın iznine bağlı olduğu mahkûmiyet koşullarının devamı ya da yeniden aktif bir siyasal aktör olma yolunun açılması. Aslında Öcalan’ın kendisine sunulan bu seçenekleri ‘cezaevinde ölmeyi göze almak’ ya da ‘bir ölçüde özgürleşerek hızla önemli bir siyasal aktöre dönüşmek’ olarak algıladığı düşünülebilir.

Tecrübeli bir siyasetçi olarak Öcalan bu seçeneklerle karşılaştığında, Erdoğan ve AKP’nin iktidarda kalma konusunda son derece kararlı olduklarını muhtemelen görmekteydi. Diğer taraftan son yıllarda başta CHP olmak üzere tüm muhalefet partilerinin bu rahatsız edici gerçeği hesaba katarak siyaset yaptıklarının farkında olmaması da mümkün değildir. Ayrıca bu konuda tahmin yapmaktan da öte, nicedir iktidar yetkilileri ile diyalog içinde olduğu için, iktidarın bu kararlılığından çok önceden haberdar olduğu bile söylenebilir. Buradan bakıldığında müzakere önerisini reddetmek, Öcalan için adeta yeni bir müebbet hapis mahkumiyeti almak anlamına gelmektedir.

Diğer yanda Öcalan’a bu yeni müzakere önerisinin hem kendisi hem de Kürt hareketi için çok da elverişli olmayan koşullarda yapıldığı da bir gerçek. 2024 yılında ülke koşulları, önceki barış sürecinin yaşandığı 2010’lu yıllardan çok ama çok farklıdır. O yıllar silah bırakma, barış ya da PKK’nin yasallaşması konularında müzakere yürütmek için son derece elverişliydi. AKP sadece genel olarak Türkiye toplumunun değil, Türkiye Kürtlerinin de yüzde ellisinin oyunu almaktaydı. Ama bu güçlü seçmen tabanına rağmen ülkenin tek hâkimi değildi. Hala belli başlı devlet kurumlarının nispi otonomisi mevcuttu ve ülkede çok sesli bir medya vardı. En nihayet Türkiye’de siyasetin istikrarını altüst edebilecek boyutlarda bir kutuplaşma atmosferi de mevcut değildi. Oysa 2024’ün Türkiye’sinde iktidar sadece Türklerin değil Kürtlerin de önemli bir kesiminin desteğini yitirmiştir. Son seçim zaferi on yıl öncesinde kalmış bir iktidarla yürütülecek bir müzakere sürecinin, muhalefeti bölme ve iktidarı sağlamlaştırma gibi riskler içerdiğini muhtemelen Öcalan da görmüş olmalıdır. Ama öte yanda Kürt hareketinin uzun soluklu mücadele tecrübesi ve örgütlülük düzeyi dikkate alındığında, bu hareketin iktidarın hesaplarını bozacak bir potansiyeli olduğu da açıktır. Eğer Öcalan bu potansiyelin sürecin muhtemel risklerini azaltabileceğini düşünmüşse, bunda çok haksız da sayılmaz.

Öte yanda Öcalan için şu konu da son derece açıktır. PKK için Türkiye’de silahlı mücadele dönemi çoktan kapanmıştır. Sadece son yıllarda askeri teknolojide yaşanan dönüşümler bile, PKK’nin eylemlerini sürdürmesini büyük ölçüde zorlaştırmış, hatta kimi durumlarda imkansızlaştırmıştır. Kırsal nüfusun desteği ile yürütülen gerilla mücadelesi çağı, askeri teknolojideki gelişmelerin yanı sıra, Kürt toplumunun son on yıllarda yaşadığı büyük sosyolojik değişimler nedeniyle de kapanmıştır. Diğer yanda son otuz beş yıldır Kürt hareketi yasal siyasi partileri ve sivil toplum örgütlenmeleri aracılığıyla etkin bir şekilde açık siyaset yapmaktadır. Yine bir sosyal hareket olarak Kürt hareketi, yasal alanda Türkiye toplumunu etkileyebilecek ve değiştirebilecek yeni araçlara da sahiptir. Bir başka ifadeyle müzakere zamanı çoktan gelmiştir. Dolayısıyla çok da elverişli olmayan bir momente bile denk gelmiş olsa, bu yeni fırsatı değerlendirmekte yarar vardır.

En nihayet Öcalan’ın, iktidardan gelen müzakere önerisine yanıt verirken, örgütünün baskısını üzerinde çok fazla hissetmeyen bir lider olduğunu da belirtmek gerek. Öcalan, örgütün geleceği konusunda tek karar sahibi olduğunu bilmektedir. Bu onun açısından yapılmış basit bir tahmin ya da öngörü değildir. Öcalan liderliğinin örgüt tarafından algılanış biçimi, PKK’ye egemen olan siyasal kültürün başat bir unsurudur. Öcalan, örgütün ‘en güçlü’, ‘en tecrübeli’ ya da ‘en sevilen’ bir lideri olmanın çok ötesinde, Kürt hareketinin Weberyan anlamda karizmatik bir lideridir. O tanıma uygun olarak, PKK kadroları ve geniş Kürt kitleleri tarafından tarihsel bir kazanımla özdeşleştirilmiş, adeta insanüstü yeteneklere sahip bir şahsiyet olarak görülmektedir. Bunun mantıki sonucu olarak PKK’de liderin örgüte değil, tersine örgütün lidere sadakati söz konusudur. On yıllardır kendisini bir ‘Önderlik Örgütü’’ olarak niteleyen PKK, liderine sadakatini, resmi örgütsel belgelerinde kayda geçirmiştir. 2000’li yıllarda yenilenen PKK tüzüğünde ve kurulduğunda hazırlanan KCK Sözleşmesi’nde, söz konusu ‘önder-örgüt’ ilişkisi açık bir şekilde formüle edilir. Öcalan fiilen örgütün ‘ebedi önderi’dir; örgütün tüm stratejik yönelişlerinde tek söz sahibidir; dolayısıyla seçilmez, görevden alınamaz ve herhangi bir örgüt organına hesap verme sorumluluğu yoktur.[2] Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu açıdan Öcalan ve PKK’nin, ikinci dünya savaşı sonrasında dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan silahlı mücadele örgütleri içinde oldukça farklı bir yeri bulunmaktadır.

Bütün bunlar, Öcalan’ın yeni bir sürece baş aktör olarak katılma konusunda karar vermesini kolaylaştıran faktörlerdir. Daha sonraki gelişmeler, muhtemelen onun öngördüğü gibi yaşanacak ve Kürt hareketinin tüm bileşenleri fazla sorun çıkarmadan sürece katılacaklardır. Gerçekten de Öcalan’ın PKK ve Kürt hareketi içindeki bu özgün konumu sayesinde, PKK silahlı mücadeleyi sonlandırma ve kendisini feshetme kararını nispeten sancısız bir şekilde almış ve uygulamaya başlamıştır. Kuşkusuz kimi PKK kadrolarının bu gelişmeyi kabul etmekte zorlandıkları düşünülebilir. Kendilerinden tüm hayatlarını adadıkları bir mücadele yordamına son vermeleri istenmiştir. Diğer yanda kendileri için değil hareketleri için de geleceğin neler getireceği belirsizdir. Ayrıca muhtemelen hemen hepsi, sadece örgüt içinde değil, geniş Kürt kitleleri arasında da yaşanan sürece karşı büyük bir güvensizlik duyulduğunu hissetmekte ya da görmekteydiler.

Ne var ki, Türkiye’de silahlı mücadele döneminin kapandığının onlar da farkındadırlar. Öcalan’a tüm itirazları, olsa olsa bunun zamanlaması üzerine olabilirdi. Ama bu konuda da fazla direnemezlerdi. Çünkü bilmekteydiler ki Öcalan karizması, onların sözcükleriyle Öcalan’ın önderliğine tartışmasız sadakat, PKK’nin ve genel olarak Kürt hareketinin birliğinin çimentosudur. Öcalan’ın silahlı mücadeleyi bitirme kararına gönülden katılmasalar da ona direnmek, örgütte ve harekette bir kriz hatta belki de bölünme anlamına gelecektir. PKK kültüründe yetişmiş bir militanın, bunun ifade ettiği politik bedeli ödeyebileceğini düşünmesi imkansızdır. Unutmamak gerekir ki büyük ölçüde bu kültür sayesinde PKK, yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde herhangi bir bölünme yaşamamıştır. (Öcalan’ın 1999 yılında yakalanmasının ardından çok sayıda militanın PKK’den ayrıldığı bir gerçektir. Ama bu militanların takip eden dönemdeki evrimleri dikkate alındığında, yaşananın bir bölünme değil, çok özel koşullarda örgütten kitlesel düzeyde bir kopuş olduğu görülebilir.)

 

Bir Yılın Ardından İktidar Ne (Kadar) Kazandı?

Eğer Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 günü varlığını ilan ettiği sürecin temel konusu, hızla değişen Ortadoğu’da Türkiye’nin stratejik çıkarlarının korunması olsaydı, geçen bir yılın ardından, sürecin istenen sonuçların çok uzağında olduğu rahatlıkla söylenebilirdi. Sadece şu nedenle ki, son bir yıldaki gelişmeler, bu bölgede karmaşa ve istikrarsızlığın daha yıllar boyu devam edeceğini ortaya koymaktadır. Bu koşullarda iktidar Kürt hareketi ile hangi boyutta anlaşırsa anlaşsın, kısa vadede Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere bölgedeki stratejik çıkarlarını garanti altına alması kolay kolay mümkün olmayacaktır.

Kuşkusuz Rojava, iktidarın Öcalan ile yaptığı pazarlıkların önemli bir maddesidir. Ne var ki tüm önemine rağmen bu konunun, iki nedenden ötürü, sadece iktidar ve Öcalan arasında yürütülecek müzakerelerle bir sonuca bağlanması imkansızdır. Birinci olarak Suriye, on beş yıla yakın bir zamandır, pek çok büyük uluslararası gücün, sadece diplomasiyle değil askerleri, silahları, istihbarat servisleri ve her türlü propaganda araçlarıyla müdahale ettikleri bir ülkedir. Esat rejiminin yıkılmasından sonra İran silahlı Şii militanlarını, Rusya ise uçakları ve varil bombalarını alıp Suriye’den çıkmıştır; ama bu ikincisinin hala bu ülkede bir üssü bulunmaktadır. Öte yanda ABD, İngiltere ve Fransa’nın, Suriye’ye ve bölgeye ilişkin ilgi ve çıkarları önemlerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Dahası şimdi bu uluslararası güçlere yepyeni bir güçlü aktör olarak İsrail de eklenmiştir. Bu koşullarda Rojava konusunun Türkiye için iktidar-Öcalan görüşmeleri ya da pazarlıklarıyla bir çözüme bağlanmasını hayal etmek kolay olmasa gerek.

Diğer taraftan Rojava sorununun çözümünü zorlaştıran bir ikinci faktör daha bulunmakta. O faktör ise, silahın sadece bir politik araç olarak değil, ondan da öte bir kişisel öz savunma aracı olarak Suriye toplumunda ifade ettiği yerden kaynaklanır. Bir başka ifadeyle Türkiye’de PKK’nin silahlı mücadele dönemi kapanmıştır; ama buradan kalkarak Suriye’de Kürtlerin silah taşıma dönemlerinin de kapandığını iddia etmek sadece saçma bir beyanda bulunmak olur. Ortadoğu’nun bu bölgesinde silahı sadece politik değil kişisel düzeyde de gerekli kılan koşullar ortadan kalkmamıştır. O nedenle Türkiye’de gerçekleşecek bir barışın sınırları aşıp Rojava’ya ve Suriye’ye kolay kolay egemen olamayacağını muhtemelen iktidar yetkilileri de farkında olmalıdırlar.  

Tabii sürecin bir yıllık gerçek bir bilançosunun yapmak için, Rojava’ya, Suriye’ye ya da Ortadoğu’ya değil, Türkiye siyasetine bakmak gerekir. Konuya bu açıdan bakıldığında, bir yılın ardından iktidar için koşulların 22 Ekim 2024 öncesine göre daha parlak olmadığı, iktidarın bu bir yılda geleceğini garanti altına alma konusunda çok fazla bir şey yapamadığı ortaya çıkar.

Daha sonraki gelişmeler iktidar kurmaylarının, Öcalan’ın ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı açıkladığı 27 Şubat 2025’in ertesinde, muhalefete yönelik operasyonların hızla hayata geçirilmesini planlamış olduklarını ortaya koydu. Bu operasyonlar bir yanda CHP’nin cumhurbaşkanı adaylarını ‘telef etme’yi, diğer yanda ise bu partiyi istikrarsızlaştırmayı, parti içinde kaotik bir ortam yaratmayı, bütün bunlarla amaçlanan sonuç alınmazsa gerekirse CHP’yi kapatmayı hedeflemekteydi. Bu amaçla çok kısa bir süre içinde CHP kurultayının iptali davası, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, başta İstanbul belediyesi olmak üzere CHP’li belediyelere yönelik kayyumlar, davalar, gözaltılar, tutuklamalar birbirini izledi.

Ne var ki ne CHP’ye yönelik operasyonlar ne de süreç tam olarak planlayıcılarının düşündükleri gibi işledi. İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından 19 Mart 2025 günü polis barikatlarını aşarak Saraçhane’ye yürüyen öğrenci gençlik, gelişmelere bambaşka bir dinamik verdi. Takip eden günlerde valiliğin tüm gösterileri yasakladığı İstanbul’da, neredeyse şehrin son yıllarda gördüğü en büyük miting ve gösteriler yaşandı. Bunun da etkisiyle, iktidarın kendisini başat politik güç olmaktan çıkarmaya kesinlikle kararlı olduğunu, tüm uzlaşma yollarının kapalı olduğunu nihayet gören CHP, şimdilik de olsa, sadece muhalefetin değil, demokratik muhalefetin de en önemli mevzii olma yoluna girdi. 19 Mart, iktidarın en çok korktuğu şeyin, sokak dinamiğinin harekete geçmesiydi. Eğer 19 Mart ve sonrasında sosyal hareketlilik bu kadar güçlü bir şekilde kendisini hissettirmeseydi, belki de CHP’ye ilişkin planlar hızla gerçekleştirecek ve iktidar tıpkı 2015 yazında yaptığı gibi süreci durdurup, Kürt hareketine karşı bu kez en azından bir ‘soğuk savaş’ı başlatacaktı.

Diğer taraftan CHP’nin de, sürece ilişkin olarak iktidarın hesaplarını boşa çıkartan bir tutum içine girdiğini belirtmek gerek. İktidar kurmayları, muhtemelen tabanının ulusalcı tepkileri nedeniyle, CHP’nin Öcalan ile görüşmelere mesafeli bir pozisyon almasını bekliyorlardı. Hatta bir süre sonra CHP’ye yönelik baskılar şiddetlenince, partinin sürece karşı tam anlamıyla olumsuz bir tutum alabileceği de umulmaktaydı. Ne var ki CHP olumlu söylemini istikrarlı bir biçimde sürdürdü ve kurulan meclis komisyonuna tereddüt göstermeden katıldı. Bunun da etkisiyle DEM Parti, CHP’ye yönelik saldırılara karşı biçimsel düzeyde de olsa dayanışma göstermeye başladı. Bir başka ifadeyle sürecin, iktidarın hayal ettiği muhalefeti bölme işlevi tam olarak başarılamamıştı. 

Sonuç olarak iktidarın bir yıllık çabalarının bilançosunun olumlu olduğunu söylemek kolay değil. İktidar, geleceğini garanti altına almak amacıyla uygulamaya koyduğu projelerini -en başta da CHP’yi bölmeyi ya da destabilize etmeyi- hala gerçekleştiremedi. Bir başka ifadeyle gelecek seçimleri ‘Maduro metodu’ dışında hangi yolla garanti altına alacağını hala belirleyememiş durumda.

Ama bütün bunlara rağmen iktidar, sürecin CHP ile Kürt hareketinin yan yana gelmesini zorlaştıran, hatta bazı durumlarda bunu imkansızlaştıran bir potansiyel taşıdığını düşünmektedir. O yüzden de onu araçsal amaçlarla sürdürmekte hala kararlı görünmekte. Elbette yine oldukça yavaş bir ritimle.

 

Kürt Hareketi Ne (Kadar) Kazandı?

Kürt hareketinin süreçteki bir yıllık bilançosuna gelince, bu konu kaçınılmaz olarak bir belirsizlik taşımakta. Her şeyden önce süreçle ilgili olarak kurulan meclis komisyonunun kendisine verdiği tuhaf isimden kalkarak, bu bir yılın sonunda ‘Milli Dayanışma’, ‘Kardeşlik’ ve ‘Demokrasi’ konularında ne kadar mesafe kaydedildiği üzerine sorgulamada bulunmak, herhalde sadece soğuk bir şaka olarak algılanabilir.

Öte yanda Öcalan’ın 27 Şubat günü yaptığı çağrının adı ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’ olduğu halde, ilginç bir şekilde Komisyonun isminde ‘Barış’ sözcüğü yer almamıştır. Buna rağmen PKK kongresi silahlı mücadeleyi bitirme kararı almış ve kendisini feshettiğini ilan etmiştir. Bu gelişme, iktidarın sözünü etmekten adeta kaçındığı bir konuda, barış konusunda bir mesafe alındığını göstermekte. Üstelik burada konu sadece barış da değildir. Silahlı mücadelenin sona erdirilmesi ve bu temeldeki örgütün dağıtılması karşılığında, Kürt hareketinin yasal siyaset yapma olanaklarını geliştirecek yasal değişiklikler beklenmektedir. Bunların gerçekleşmesi, bugüne kadar Kürt hareketinde büyük güç kaybına yol açan -İmralı, Kandil, yasal parti ve hatta diaspora şeklindeki- çok merkezliliğin sona ermesi demek olacaktır. Bu merkezlerden birinin cezaevi, diğerinin gerilla kampı olduğu düşünüldüğünde, bu durumun yol açtığı güç kaybının boyutları tahmin edilebilir. Tam da bu nedenle bugüne kadar Kürt hareketinin yasal partileri, parlamentodaki güçleriyle ters orantılı bir faaliyet gösteren zayıf bir merkez olmaktan çıkamamıştır. O anlamda siyasi afla birlikte düşünüldüğünde silahlı örgütün dağıtılması, Kürt hareketinin siyasal ve örgütsel potansiyelinde büyük bir sıçrama anlamına gelebilir.

Bu sürecin ilk adımı olarak Öcalan’ın siyasi aktör konumu son bir yılda belirgin bir hale gelmiştir. Üstelik onun bu yeni rolü her geçen gün daha geniş kesimlerde kabul görmektedir. Kürt hareketinin bu kazanımı, muhtemel bazı sınırlamalarla da olsa, PKK kadrolarının yasal siyasal yaşama katılımlarının çok da uzak olmayan bir gelecekte mümkün olabileceğini gösteriyor.

Ne var ki bu bir yıl içinde Kürt hareketinin Erdoğan karşıtı muhalefetin aktif bir unsuru olmaktan çıktığı da açık. Bunun kaçınılmazlığı her ne kadar ortada ise de, özellikle de DEM Parti’nin bu süreçte ‘Halkla İlişkiler’ konusunda kötü bir sınav verdiği söylenebilir. DEM Parti son bir yılda adeta muhalif Türkleri yok sayan bir tutum izledi. Bunun özellikle 19 Mart ve sonrasında kitlesel hareketlere katılan yeni kuşak gençler üzerinde silinmesi kolay olmayacak olumsuz izlenimler bıraktığı açıktır. Bu gençler gösterilere katılarak ve güvenlik güçlerinin sert müdahalelerini yaşayarak siyasete ilk adımlarını atarken, DEM Partinin yeterli bir dayanışma içine girmeyişinden ve hele sürecin aktörleri arasındaki yakınlık manzaralarından muhtemelen çok olumsuz anlamlar çıkarmışlardır.

Bir bakıma DEM Parti bu bir yıl boyunca ‘Halkla İlişkiler’ sorununa, esas olarak Kürtlerin sürece olan güvensizliğini giderme amacıyla yaklaşmış gibi göründü. DEM milletvekillerinin iktidar temsilcileriyle ilişkilerinde -geçmişte olduğu gibi- soğuk, mesafeli, hatta kimi zaman hasmane bir görünüm vermelerinin, sürece güvensiz bakan Kürtlerde bu güvensizliği daha da artıracağı düşünülmüş olmalı. Bunu önlemek için de DEM Parti milletvekillerine özel uyarı ya da hatırlatmalarda bulunulmuş, iktidar figürleriyle yan yana geldiklerinde uygulamaları gereken bir tür koreografi oluşturulmuş olabilir. Kimi DEM Parti milletvekillerinin bunu iyice abarttığı, hatta aralarından birinin Devlet Bahçeli’yi ‘en zarif insanlardan biri’ olarak takdim ettiği hatırlardadır. Diğerleri bu kadar ileri gitmeseler de çoğunun benzer durumlarda jest ve mimikleriyle sık sık adeta birer performans sanatçısı gibi davrandıkları söylenebilir. Muhtemelen Kürt kitlelerin sürece güvensizlikleri ile bağlantılı ‘pedagojik’ denilebilecek kaygılardan kaynaklanan bu yaklaşımın en sembolik örneği, DEM Parti milletvekillerini Erdoğan’a hayranlıkla bakarken gösteren videoda ortaya çıkmıştır. Yıllar önce Türkiye Partisi olma hedefiyle yola çıkan bir hareketin, bu kadar kritik bir dönemde, tamamı elbette ki Kürt düşmanı olmayan (Türk) muhalefeti adeta yok sayması ciddi bir sorumsuzluk olarak görülmeli.

Ancak bu sorunlar bir yana, vurgulanması gerekir ki, Kürt hareketinin on yıllar boyunca yaşadığı tecrübeler, onu Türkiye’de demokrasinin tutarlı bir savunucusu haline getirmiştir. O nedenle örneğin içinde bulunduğumuz süreçte iktidarın kenarda hazır tuttuğu düşünülen, ‘Atı alanın Üsküdar’ı geçeceği’ bir erken seçim ya da iktidarın geleceğini garanti edecek yeni bir anayasa gibi projelerin gerçekleşmesine Kürt hareketinin uysal bir biçimde olumlu katkıda bulunacağını düşünmek kolay olmasa gerek gerek.

 

Yasal Siyasal Aktör olarak Öcalan

İktidar kısa vadede sürecin bittiğini ya da süreci bitirdiğini açıklamadığı takdirde, Öcalan’ın siyasete aktif bir şekilde müdahale olanaklarını genişleteceği kesin gibi görünmekte. Bunun hangi biçimlerde gerçekleşeceğini öngörmek elbette kolay değil. İmralı ziyaretlerinden birinden sonra yapılan bir açıklamada, Öcalan’ın cezaevinden çıksa bile İmralı’dan ayrılmayabileceği de söylendi. Bu, Öcalan’ın Türkiye siyasetine katılımının tedrici bir şekilde gerçekleşeceğinin ilanı olabilir.

Öcalan’ın Türk kamuoyundaki kötü ünü nedeniyle, örneğin DEM Parti’nin yerine kurulacak bir partinin resmi başkanı olması belki de imkânsız. Ancak bu gerçekleşse bile, Öcalan gibi bir figürün yasal bir partinin başkanlığını layıkıyla yürütebilmesinin önünde çok daha başka güçlükler olduğunu unutmamak gerek. Her şeyden önce Öcalan’ın teorik-entelektüel konularda kendisine aşırı düzeyde duyduğu güvenin, kamuya açık bir şekilde yapılan siyasette sorun yaratacağı kesin. Öcalan, PKK hareketinin yegâne teorisyeni ve yegâne entelektüeli olarak, bu hareketin son kırk küsur yıldaki tüm teorik ve entelektüel birikiminin yaratıcısıdır. Bu birikimin büyük bir kısmı fazla bir önem taşımıyor da olsa, özellikle cezaevine girdikten sonra yazdıkları ile Kürt hareketinde etkin olan, onun terimiyle ‘ilkel milliyetçiliğin’ geriletilmesinde önemli bir rol oynadığı, böylelikle hareketin entelektüel dünyasında bir teorik sıçrama gerçekleştirdiği söylenebilir. Ne var ki kendisi de çevresi de bu teorik-entelektüel birikim ve yeteneği abartmaktadır. Yasadışı örgütlerde pek zaaf yaratmayan, hatta örgütün birliği ve sürekliliği için işlevli de olabilen bu yaklaşımın kamuya açık bir şekilde yapılan siyasette, özellikle Kürt hareketinin sol hareketle ilişkilerinde sorun yaratacağı muhakkak.

İkinci olarak tüm siyasal ve örgütsel yaşamı boyunca kadrolarını mutlak bir itaat kültürü içinde yönetmiş olduğu için, Öcalan’ın yasal bir partinin bir ölçüde de olsa demokratik olmak zorunda olan atmosferi ile uyum sağlaması kolay olmamalı. PKK’nin 2005 yılında kabul edilmiş tüzüğünün 10. Maddesi onu ve düşüncelerini, ‘Önderlik kurumu’ olarak tanımlar.[3] On yıllar boyunca kendisinin sadece bir kişi olarak değil, aynı zamanda bir kurum olarak da görülmesini kabul etmiş ve benimsemiş olan Öcalan’ın, bizzat kendisi bir kurum olan yasal bir siyasi partinin kültürüne uyum sağlaması çok güç, belki de imkânsız olacaktır.

Üçüncü olarak Öcalan, yirmi küsur yıl boyunca bir silahlı örgütü yönetmiştir. Bu türden örgütlerde liderlik, taktik sanatında tecrübe kazanmaya olanak vermediği gibi usta bir taktisyen olmayı da gerektirmez. Bunun ardından Öcalan, son yirmi beş yılını da cezaevinde geçirmiştir. Bütün bu birikimi dikkate alındığında, tecrübeli tüm otoriter liderler gibi onun da bir siyasi partinin stratejik yönelişlerini yönetmede belli bir yeteneğe sahip olduğu düşünülebilir. Ama ulusal ölçekte siyaset yapan bir yasal partinin faaliyetlerinin en büyük kısmını oluşturan taktik konularda yeterince başarılı olmayabilir.

Belki bizzat Öcalan’ın kendisi de bu sorunların varlığının farkındadır. Gelmekte olan dönemde kendisi için her şeyiyle yepyeni olan ortamlarda, otoriter şef kimliğinden vazgeçmek zorunda kalacağı kesin gibi görünmekte. Bunun yerine hangi kimliği nasıl oluşturacağı ve bunu ne kadar kabul ettireceği de belli değildir. O nedenle bir yasal partinin başına geçmekten çok, resmi bir örgütsel statüsü olmadan, çevresinde -karizmatik liderliğinin bir uzantısı anlamında- oluşacak bir ‘aura’ ile, Kürt hareketini uzaktan yönlendirmesi belki çok daha gerçekçi olacaktır. Kim bilir, belki de söylendiği gibi sadece güvenli bir yer olduğu için değil, esas olarak bu nedenlerle İmralı’da kalmayı istemiş olabilir.

Önümüzdeki dönemde Öcalan’ın Kürt hareketinde ve Türkiye siyasetindeki konumu üzerine konuşunca, doğal olarak aynı şeyi, Kürt hareketi denildiğinde sık sık ikinci önemli figür olarak akla gelen Selahattin Demirtaş için de yapmak gerekebilir. Ama aslında bu ‘ikinci önemli figür’lük Kürt hareketinin gerçekleriyle uyuşmamaktadır. Her şeyden önce, her ne kadar Kürtler arasında olduğu gibi Türkler arasında da sevilen bir siyasetçi de olsa, Demirtaş’ın -Stalin’in Vatikan için sorduğu ünlü ‘Kaç tümeni var?’ sorusunu hatırlatır tarzda- örgütlü Kürt hareketi içinde ciddi bir ağırlığının olmadığını belirtmek gerek. Kürt hareketinde örgüt kültürü son derece güçlüdür; ne var ki Demirtaş PKK disiplini içinde hiçbir zaman yer almamış bir siyasetçidir.

Üstelik onun popüler bir siyasetçi olarak öne çıkışının, çok özel bir momentte, Öcalan’ın da PKK’nin de onaylamadığı bir rolü üstlenmesi sayesinde gerçekleştiği unutulmamalı. 2015’in bahar aylarında, 7 Haziran seçimlerine yaklaşılması nedeniyle Öcalan bir süre geriye çekilmek zorunda kalmıştı. Ateşkes uzun bir süre önce ilan edilmiş olduğu için, Kandil için de benzer bir durum söz konusuydu. İşte bu momentte Demirtaş, ünlü ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışı ile Öcalan’ın barış süreci için öngördüğü gelişme aşamalarını adeta birbirine katmış, bir anlamda liderin planlarını bozmuştur. Elbette barış süreci bu nedenle değil, AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde çoğunluğu kaybetmesi nedeniyle bozulmuştur. Ama buna rağmen, Demirtaş’ın gerek Öcalan gerekse PKK tarafından aforoz edilmesi kaçınılmaz olmuştur. Demirtaş’ın o kritik dönemde inisiyatif alarak yaptığı bu bağımsız çıkışın, ki buna bağımsızlık çıkışı da denilebilir, Öcalan tarafından unutulması mümkün görünmemekte.

Ama tabii Demirtaş’ın popülaritesi hala çok güçlü. Bu ise, çelişkili gibi de görünse, belki de onun işini daha da zorlaştırmakta. Şöyle ki, Kürt hareketinin yasal siyaset yapma olanakları genişletilir ve bu arada o da serbest bırakılırsa, Demirtaş’ın Kürt hareketinin siyasetine popüler bir siyasetçi olarak katılma yolu açılmış olacaktır. Bu durumda Öcalan en azından bir süreliğine bu yolu kapatmak zorundadır. Çünkü her ne kadar Kürt hareketi üzerindeki otoritesi hala çok güçlü de olsa, Öcalan’ın yasal alanda yapılan siyasette Demirtaş ile rekabet etmesi mümkün değildir.

Diğer yanda Demirtaş’ın siyasette çok daha düşük profilli bir rol üstlenmeyi kabul etmesi ya da bir şekilde Öcalan’a sadakatini garanti etmesi gibi durumlar da ortaya çıkabilir. O takdirde siyaset sahnesinde yeniden yer alması kısa vadede mümkün olabilir. Sonuç olarak Demirtaş’ın önümüzdeki dönemde siyasette alacağı yerin, süreçle ilişkili gelişmeler arasında, üzerine tahmin yürütülmesi en zor olan konulardan biri olduğunu vurgulamak gerek. 

 



[1] Bu yazıda iktidar ile Kürt hareketi arasında yürütülen müzakereler ve bununla bağlantılı çalışmalarla ilgili olarak sadece ‘Süreç’ sözcüğü kullanıldı. Çünkü sadece taraflar değil, neredeyse siyasal gözlemcilerin ya da siyaset sınıfının her bir bireyi bu süreci farklı bir isimle adlandırmaya çalıştılar. Daha da vahimi, bu süreçle ilgili olarak kurulan meclis komisyonu daha da ileri giderek kendisine ‘Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi’ gibi sürreel bir isim de verdi. Bu karmaşa karşısında ‘Süreç’ sözcüğü ile yetinmek herhalde en doğrusu.

[2] Bu konuda bkz.: Ergun Aydınoğlu, Fis Köyünden Kobanê’ye Kürt Özgürlük Hareketi, Versus Yayınları, 2014, s. 46-47.

[3] a.y.

1 Eylül 2024 Pazar

Fransa Seçim Sonuçlarının Düşündürdükleri

 



Fransa ve Kapitalist Dünyanın Karamsarlığı

Fransa’nın sürpriz sonuçlar doğuran seçimleri hiçbir zaman sadece bu ülkenin seçimleri olmamıştır. O nedenle bu son seçimlerin de sadece Fransa için değil daha da ötede Avrupa kıtası ve dünya için de neleri ifade edebileceğini anlamak üzere, belki de her şeyden önce dünyayı yönetenlerin ne söylediğine bakmak gerekli olabilir. Ama bunun için dünya elitinin ya da onların sözcülerinin açıklamalarını beklemek gerekmez. Onun yerine The Economist’in seçimler sonrasındaki yeni sayısına bakmak yeterlidir. Ömrü yaklaşık iki yüzyıla yaklaşan bu dergi, geçmişte olduğu gibi günümüzde de dünya elitinin dikkatle izlediği -aslında bir dergiden çok ötede- adeta bir kurumdur.

Yakın zamanlarda The Economist üzerine bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışmalardan birini gerçekleştirmiş olan Alexander Zevin, bu derginin1930’lu yıllardaki aboneleri arasında şu isimleri saymakta: ABD başkanı Franklin D. Roosevelt, İtalya başbakanı Benito Mussolini, İspanya cumhurbaşkanı Manuel Azana, Almanya Şansölyesi Heinrich Brüning ve Hitler’in maliye bakanı.[1] Zevin The Economist’in günümüzde de benzer bir elit okuyucu kitlesine sahip olduğunu hatırlatır. Elbette derginin bu özelliği, onun dünya kapitalizminin en genel çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan bir gözlemci ve yorumcu olmasından kaynaklanıyor.

Fransa gibi önemli bir ülkede yaşanan seçimlerin bu derginin gündemine girmemesi elbette beklenemezdi. Gerçekten de The Economist, üstelik daha son seçimlerin birinci turunun bile yapılmasını beklemeden çok ilginç bir kapak ve yorumla çıktı. Belli ki dergi için birkaç hafta önce yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları ona, Fransa’yı bekleyen siyasal (ve toplumsal) istikrarsızlığı ve bunun ifade ettiği vahameti tanımlamak için yeteri kadar veri sağlıyordu. 29 Haziran 2024 tarihli sayının kapağında yer alan parçalarına ayrılmış üç renkli Fransız bayrağı, Avrupa’nın bu dev ülkesinin bölünmüşlüğünü simgeliyor. Kapaktaki deseni, Yeats’ın ünlü ‘Second Coming’ adlı şiirinin çok bilinen bir dizesi tamamlamakta: ‘Artık merkez tutunamaz’. Yeats’ın bu şiirinin tasvir ettiği katastrofik koşullar dikkate alındığında belli ki The Economist, Fransız siyasal yaşamında gerçekleşen ve muhtemelen kalıcı olacağını öngördüğü bu bölünmenin Fransa -ve belki de Avrupa ve dünya için- ifade ettiği risklerin büyüklüğünü hatırlatıyor. Derginin konuyla ilgili yazısının başlığı da şöyle: ‘Emmanuel Macron’un merkezcileri birinci turda felaketle karşı karşıya’.[2]

Kapitalizmin üç büyük ülkesi ABD, İngiltere ve Fransa, son on yılların neoliberalizm dönemini iki partili ya da iki kutuplu ve dolayısıyla siyasal olarak nispeten istikrarlı sistemler olarak yaşadılar. Bu süreçte İngiltere’de 2000’li yıllarda ortaya çıkan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) İngiltere siyasal yaşamına getirdiği istikrarsızlık ve sonunda Brexit’e, yani bu ülkenin Avrupa Birliği’nden kopuşuna kadar giden süreçteki etkisi hala akıllarda. Ve şimdi, üstelik İngiltere ve ABD’den farklı olarak bu ülkede hiç de köklü olmayan iki kutuplu siyasal sistem adeta çökmüş durumda.

Kuşkusuz Fransız siyasetinin üçe bölünmüşlüğü Frexit’e (Fransa’nın AB’den kopuşuna) gidecek bir süreci akla düşürmüyor. Ne var ki şu an gelinen koşullar, Fransa’da siyasal ve toplumsal istikrarın öngörülebilen bir gelecekte kolay kolay sağlanamayacağını da gösteriyor. Dahası bütün bunların son kırk yılda neo-liberalizme en güçlü bir şekilde direnmiş bir ülkede yaşanmasının, dünyanın ekonomik ve siyasal elitlerini endişelendirmesi anlaşılır bir şey olmalı.


Fransa Seçimlerinin Şaşırtıcı Sonuçları

Fransa siyaseti dünyayı şaşırtmaya devam ediyor. Önce Haziran başlarında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın dev başarısı, ardından Macron’un meclisi feshi, sonra sadece birkaç gün içinde solun Yeni Halk Cephesi’ni oluşturması ve nihayet seçimlerin ilk turunda aşırı sağ ve Yeni Halk Cephesi başarılı sonuçlar alırken, Macron’un partisinin yaşadığı bozgun. Bütün bunların üzerine 7 Temmuz’da yapılan ikinci turdan Yeni Halk Cephesi’nin birinci siyasal güç olarak çıkışı, haftalardır hükümet kurma ihtimali üzerine konuşulan Marine Le Pen’in partisinin ise Macron’un partisinden bile daha gerilere düşüşü.

Son beklenmedik gelişmeyi belirleyen, ikinci turda Yeni Halk Cephesi’nin uyguladığı seçim taktiğiydi. Fransız seçimlerinin ilginç bir özelliği vardır. Birinci turda seçilmesi istenen adaya oy verilirken, ikinci turda seçilmesi istenmeyen adaya karşı oy verilir. Bunun bir ifadesi olarak ikinci turda adaylar, belli bir adayın kazanmasını önlemek ya da başka bir adayın kazanmasını sağlamak üzere adaylıktan çekilirler. Bu bazen partiler arasındaki anlaşmalarla gerçekleşir. Bazen de adaylar seçmenlerinin baskısıyla ya da tamamen kişisel bir kararla seçimden çekilirler. Bu uygulama, Fransa seçim pratiğinin adeta olmazsa olmazıdır.

7 Temmuz seçimlerinin sonuçlarını belirleyen de yine bu geleneksel taktiğin -üstelik biraz daha yaygınlaşarak- uygulanması oldu. 200’den fazla sol ve Macroncu aday, aşırı sağ adayın seçilmesini engellemek amacıyla adaylıktan çekildiler. Yeni Halk Cephesi, ikinci turda seçilmesi mümkün görünmeyen adaylarının tamamının çekileceğini ilan etti. Bunun sonucu örneğin Fransız solunun en büyük örgütlenmesi olan Boyun Eğmeyen Fransa’nın adayı, içişleri bakanı Gerald Darmanin lehine adaylıktan çekildi. Böylelikle Macron hükümetinin yabancı düşmanlığında adeta Marine Le Pen ile yarışan bir bakanı, radikal sol örgüt seçmenlerinin oyları sayesinde seçilmiş oldu. Başka pek çok seçim bölgesinde de sol adaylar benzer taktiği uyguladılar.

Ancak bu açıdan 7 Temmuz’daki seçimin bir orijinalliği vardı. Aşırı sağın adaylarının seçilmesini engellemek amacıyla bu taktiği uygulayan sadece Yeni Halk Cephesi olmadı. Pek çok yerde Macroncu adaylar da sol adaylar lehine yarıştan çekildiler; ki bunların arasında Macron’un üç bakanı da vardı. Böylelikle Yeni Halk Cephesi ile Macron’un partisi arasında herhangi bir görüşme ya da pazarlık yaşanmadan ikinci turda fiili bir seçim ittifakı gerçekleşti. Elbette Macron ve sözcüleri bu uygulamalar üzerine tamamen sessiz kaldılar. Ama sonuçta bu taktik uygulama, Marine Le Pen’in partisinin seçimden üçüncü olarak çıkmasına yol açtı. Diğer yanda seçime katılımın yüksek oluşu da, aşırı sağcı partinin umduğu sonucu alamayışında bir diğer etkendi. Pek çok gözlemci, 1997’den beri ilk kez yaşanan bu boyutlarda yüksek katılımın, son yıllarda seçimlere kayıtsız kalmış seçmenlerin aşırı sağın zaferini engelleme refleksi ile açıklanabileceğini belirtiyor.

Seçim sonuçları her şeyden önce Macron için yeni ve büyük sorunlar yaratmış durumda. Başkan’ın partisi daha önce de çoğunluğa sahip değildi ama yine de müttefikleri ile birlikte mecliste 250 kişilik bir grubu vardı. Yasa geçirmek için kendi dışından sadece 39 milletvekilinin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Yeni parlamentoda ise bu kez başka partilerden 121 milletvekilini ikna etmesi gerekecek.   

Marine Le Pen’in partisinin ise, daha önce 89 milletvekili ile temsil edildiği parlamentoda bu kez 126 milletvekiline sahip olduğu düşünüldüğünde, Ulusal Birlik’in seçimlerden oldukça başarılı çıktığı kesin. Ne var ki en fazla oy alan parti olmasına rağmen bu partinin grubu mecliste üçüncü sırada kaldı. Partinin yönetici ve seçmenleri iktidar yolunda büyük bir momentum yakaladıklarını düşünüyorlardı. Son turun sonuçları bu nedenle onlarda büyük moral bozukluğuna yol açmış durumda.

 

Sol Ne Yapabilir?

Yeni Halk Cephesi’nin seçim performansı küçümsenmemesi gereken bir siyasal başarıyı ifade ediyor. Elbette sonuçlara ilişkin bir dizi veriyle solun başarısının bir abartıdan ibaret olduğu iddia edilebilir. Ama siyaset sadece sayısal verilerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir alan. Fransız solunun bu başarısının hangi bağlamda gerçekleştiği unutulmamalı. Daha bir ay kadar önce aşırı sağ Avrupa Parlamentosu seçimlerinde dev bir zafer kazandığında, sol partiler müthiş bir dağınıklık içindeydiler. Zaten Macron da solun bu bölünmüş ve moralsiz durumuna bakarak meclisi dağıtmış ve seçimlerin yolunu açmıştı. Bu koşullarda sol, sadece üç hafta sonra yapılacak seçimler için birleşik bir güç oluşturmak, yani adeta imkansızı başarmak zorundaydı. O günlerde solun liderlerinin bunu başarabilecek bir taktik beceri göstermesi imkânsız gibi görünüyordu. Sol partiler arasındaki anlaşmazlıklar ve kimi önde gelen figürlerin çok iyi bilinen güçlü egoları bu imkansızlığın nedenleri olarak görülmekteydi. Ne var ki hızla işe girişen sol liderler -elbette militanların ve seçmenlerin baskısı altında- adeta saatlerle ifade edilebilecek bir sürede Yeni Halk Cephesi’ni kurdular. Birkaç gün içinde ‘150 acil tedbir’i içeren bir programda anlaştılar. Bu programda ‘emeklilik reformunun iptali’, ‘asgari ücretin 1600 Euro’ya çıkarılması’, ‘belirli tüketim maddelerinin fiyatlarının dondurulması’, ‘Gazze’de ateşkes ve Filistin devletinin tanınması’ gibi tedbirler öne çıkmaktaydı. Yine hızla ortak aday listeleri hazırlandı ve derhal seçim çalışmalarına girişildi. Sonunda her iki turda da başarılı sonuçlar alındı. Ayrıca ikinci turda pek çok yerde Macron’un partisinin adaylarını seçim ittifakına zorlandı. Pek çok başka yerde de Macroncu adaylar desteklenerek aşırı sağ adayların seçilmesi engellendi. Bütün bunların önemli bir başarı olarak görülmesinde hiçbir abartı yok.

Solun bundan sonra neler yapabileceği sorununa gelince, önce Macron’un ne yapmak istediğine bakma gerek. Macron’un seçim sonuçlarının kendisi ve partisi için açık bir yenilgi anlamına geldiğini görmemesi imkânsız. Zaten tam da bu nedenle, devlet başkanı olarak bir seçim sonrasında yapması gerekeni yapmaktan çekiniyor. Aslında bu seçim sonrasında da, mecliste en büyük grubu olan parti ya da partiler grubundan bir kişiyi hükümeti kurmakla görevlendirmesi gerekiyordu. Kuşkusuz mevcut parlamento aritmetiği yeni bir hükümetin tesisi için büyük zorluklar içeriyor. Ama herkes biliyor ki sonunda Fransa hükümetsiz kalmayacak ve meclisten mutlaka bir hükümet çıkacak. Çünkü Anayasaya göre Macron’un bir yıldan önce meclisi  tekrar feshetmesi ve yeni seçimlere gidilmesi mümkün değil. O nedenle siyasal geleneklere uygun bir şekilde başkanın Yeni Halk Cephesi’nden bir siyasetçiyi başbakan tayin ederek bu süreci başlatması gerekiyordu. Ne var ki Macron işi sürüncemeye bırakmayı tercih etti. Önce seçimlerin bir kazananı olmadığını iddia etti. Ardından istifa eden başbakanından yeni hükümet kuruluncaya kadar yönetimde kalmasını istedi. Sonra da Fransız siyaset sınıfını, bir çoğunluk hükümetini oluşturmayı hedefleyen görüşmeler yapmaya davet etti.

Macron’un niyeti çok karmaşık değil. Muhtemelen kafasında bir tür ‘Ulusal Birlik Hükümeti’ formülü mevcut. Söz konusu olan elbette tıpkı öncekiler gibi özünde merkez ve merkez-sağın egemen olduğu bir hükümet. Şimdi Macron bu hükümete Yeni Halk Cephesi’nden bazı katılımlar sağlama peşinde. Bu da olmayacak bir şey değil. Yeni Halk Cephesi’nin kimi bileşenleri içinde, Macron cephesi ile ‘ilerici bir blok’ oluşturma eğiliminde olanlar yok değil. O nedenle bu projenin bir hayalden ibaret olduğunu söylemek zor. Ne var ki Yeni Halk Cephesi’nin ezici çoğunluğu bu tarz bir hükümete karşı. Ayrıca Macron’dan nefret cephenin seçmenleri arasında çok güçlü bir duygu. Dolayısıyla Ulusal Birlik Hükümeti’ne soldan katılımın gerçekleşmesi kolay bir şey değil.

Bu durumda solun atacağı adımlar ne olabilir? Şu anda Yeni Halk Cephesi, hükümet kurmaya talip olduğunu ısrarla belirtiyor. Bir azınlık hükümeti kurarak, geniş kitlelerin ekonomik ve sosyal problemleriyle ilgili önemli değişimleri kararnameler yoluyla gerçekleştirmeyi ve siyasal atmosferi kendi lehine değiştirmeyi öngörüyor. Fransız halkının büyük çoğunluğunun yakıcı sorunlarıyla ilgili icraatların, aşırı sağın demagojik gündemini geriye iteceği ve aşırı sağ seçmenlerinin en azından bir kısmının solun gündemine yöneleceği düşünülüyor. Gerçekten de geçmişte sendikalar güçlü sosyal hareketler oluşturduklarında, aşırı sağın göçmenleri ve onlarla bağlantılı güvenlik sorunlarını merkeze alan gündeminin ortadan kalktığına defalarca şahit olundu. Dolayısıyla Yeni Halk Cephesi’nin hükümet icraatı ile tabanını genişletme stratejisi bir hayal gibi görünmüyor.


Yeni Halk Cephesi’nin Kırılganlığı

Bu noktada Yeni Halk Cephesi’nin zaafları da irdelenmesi gereken önemli bir konu. Cephe önce dokuz parti tarafından oluşturuldu. Sonra buna çok sayıda parti, örgüt, sendika vb. de katıldı. Ancak cephenin önde gelen dört bileşeni var: Boyun Eğmeyen Fransa, Sosyalist Parti, Yeşiller ve Fransız Komünist Partisi. Üye ve sempatizan kitlesi, seçimlerde aldıkları oylar, parlamentoda ve yerel yönetimlerde temsil durumları dikkate alındığında, cephe içinde bu dört parti öne çıkıyor.

Zaaflar ya da Yeni Halk Cephesi’nin kırılgan yapan konular söz konusu olduğunda ilk ele alınması gerekenler, Sosyalist Parti ve Yeşiller olmalı. Çünkü çok güçlü olmasa da Macron ile işbirliği eğilimi sadece bu iki parti içinde var. Sosyalist Parti, özellikle içinden çıkardığı başkanların (1981-1995 Mitterrand ve 2012-2017 Holland) dönemlerinde reformist sosyalizm idealinden uzaklaşmış, ardından büyük krizler yaşamış, ancak son birkaç yılda ideolojik ve siyasal kökleriyle yeniden bağ kurma yoluna girmiş bir parti. Diğer yanda Sosyalist Parti’nin son Avrupa Parlamentosu seçimlerine -reformist sosyalizmle ve işçi hareketiyle pek bir yakınlığı olmayan- ‘merkez-sol’cu Place Publique ile ortak liste yaparak girdiğini de hatırlatmak gerek. Çok yakınlarda gerçekleşmiş olan bu işbirliği, Sosyalist Parti içinden bazı unsurların Macron’un Ulusal Birlik Hükümeti projesine karşı yeterince dayanıklı olmayabileceğinin bir göstergesi olarak okunabilir. 

Yeşiller’e gelince bu hareket -Avrupa’daki pek çok benzerleri gibi- ekoloji mücadelesini antikapitalist bir çerçeveye oturtamamış durumda. Kapitalizmle barışık bir ekoloji mücadelesinin ise yeterince reformcu bile olamayacağı açık. Bu nedenle tıpkı sosyalistler gibi Yeşiller arasında da, Macron gibi ‘merkezci’ bir dil kullanan neo-liberallerin çekimine direnemeyenler sık sık çıkabiliyor. Ama işte pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da sağ partiler çevre mücadelesine o kadar duyarsızlar ki, bu koşullarda Fransız Yeşiller’i de kendilerini solda görmekten vaz geçemiyorlar.

Yeni Halk Cephesi’nin bir diğer önemli bileşeni olan Fransız Komünist Partisi, antikapitalist karakterde bir reformist sosyalizmi benimsemiş geleneksel bir sol parti. Geçmişte çok uzun yıllar Fransız solunun en önemli unsuru olan Fransız Komünist Partisi, son yirmi yılı aşkın bir süredir başkanlık seçimlerinde yüzde 2-3 oranında oy almakta. Ama seçimlerde diğer sol örgütlerle kurduğu ittifaklar sayesinde parlamentoda ve yerel yönetimlerde temsil edilmeyi hala sürdürüyor. Ayrıca partinin sendikal harekette geleneksel bir yerinin olduğu da unutulmamalı. Bu özellikleriyle Fransız Komünist Partisi’nin Yeni Halk Cephesi’nin belki de en uyumlu bir bileşeni olduğu söylenebilir.

Boyun Eğmeyen Fransa’ya gelince, bu parti (ya da hareket) Yeni Halk Cephesi’nin sadece en güçlü bileşeni olarak değil, siyasal anlamda en radikal bileşeni olarak da öne çıkmakta. Partinin kurucusu, lideri, teorisyeni, sözcüsü -adeta her şeyi- olan Jean-Luc Melenchon, 2017 ve 2022 başkanlık seçimlerinde yüzde 20 dolaylarında oy almış bir sol siyasetçi. Boyun Eğmeyen Fransa’nın meclis ve yerel seçimlerdeki oy oranı ise yüzde 10-15 dolaylarında. Bu açıdan bakılınca günümüzde Boyun Eğmeyen Fransa sadece Fransa’nın değil, Avrupa’nın da en güçlü radikal sol örgütlenmesi konumunda.

Diğer yanda Boyun Eğmeyen Fransa, birçok açıdan Fransız solunda bir yeniliği temsil ediyor. Bu ülkede önde gelen sol partilerin tamamı, Fransız Komünist Partisi, Sosyalist Parti ve çeşitli Troçkist örgütler, daima geleneksel işçi hareketiyle bağlantılı örgütlenmeler oldular. Boyun Eğmeyen Fransa ise esas olarak seçimler ve sosyal hareketler vesilesiyle toplumun tüm kesimlerine siyasal müdahalelerde bulunan bir örgütlenme. Ayrıca son yıllarda bu partinin göçmen gençlerin solla bağlantılı siyasallaşmasında önemli bir rol oynadığını, bu açıdan bugüne kadar bu ülkede sol partilerin hiçbirinin yapamadığını bir ölçüde de olsa yapabildiğini vurgulamak gerekir

Boyun Eğmeyen Fransa nispeten yakın bir tarihte, 2016 yılında Jean Luc Melenchon tarafından Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’nun sol popülizm teorisine uygun bir örgütlenme olarak inşa edildi. Bu nedenle Fransız solunun geleneksel solla bağlantılı örgütlerinden oldukça farklı bir örgütlenme biçimi ve kültürüne sahip. Boyun Eğmeyen Fransa’nın, Paolo Gerbaudo’nun 2019 yılında yayınladığı çalışmasında tanımladığı türden bir ‘Dijital Parti’ olduğu da söylenebilir.[3] Gerbaudo, İtalyan Beş Yıldız Hareketi’nden İspanyol Podemos’a, oradan Boyun Eğmeyen Fransa’ya kadar bu yeni tip örgütlenmelerde üyelerin parti ya da hareketle bağlantısının esas olarak dijital araçlarla gerçekleştirildiğine işaret etmekte. Geçmişte geleneksel sol örgütlerde var olan, parti tabanı ile yönetimi arasındaki bağlantıyı (karşılıklı etki ve denetimi) sağlayan bir tür parti bürokrasisi bu yeni tip partilerde mevcut değil. Önemli kararlar ya da yönelişler, ‘merkez’in ya da ‘liderler’in formüle ettiği seçeneklerin üyelere sunulduğu dijital plebisitlerle belirlenmekte. Gerbaudo bu yeni örgütsel kültürün, söz konusu partilerin üstelik en iddialı oldukları bir alanda -demokrasinin örgüt ve hareket içinde en ileri düzeyde gerçekleştirilmesi alanında- tamamen tersi sonuçlar verdiğini ve bunların beklenmedik bir biçimde örgütsel demokrasiden uzaklaştıklarını hatırlatmakta.

İlginç bir şekilde diğer dijital partilerden de farklı olarak Boyun Eğmeyen Fransa’da, sadece temel kararlar ve yönelişler değil, üst ve orta düzeydeki atama ve görevden almalar da sadece merkezin kararı ile gerçekleşmekte. Bir başka ifadeyle dijital partilerde üyelerin ‘merkez’i ya da ‘liderleri’ denetleyecek araçları zaten ya yoktur ya da son derece zayıftır. Boyun Eğmeyen Fransa’da ise ‘merkez’in, ‘liderler’in ya da ‘lider’in belirleyiciliği en aşırı boyutlara vardırılmış durumda.[4]

Bu özgün örgütsel yapısı ve kültürü nedeniyle Boyun Eğmeyen Fransa’da, üyelerle yöneticiler arasında çatışma ve gerilimler çok sık bir şekilde yaşanmakta. Diğer sol örgütlerden farklı olarak bu örgüt istifalar, protestolar ya da örgütsel tasfiyelerle çok daha sık bir şekilde gündeme gelmekte. Doğal olarak bu farklı örgütsel kültürün, Boyun Eğmeyen Fransa’nın kendi dışındaki solla ilişkisinde de çatışma ve gerilimlere yol açması şaşırtıcı olmamalı.

Sonuç olarak Yeni Halk Cephesi’nin bu en büyük bileşeninin bu atipik ve o ölçüde de antidemokratik siyasal kültürü, muhakkak ki cephenin diğer bileşenleri ile ilişkisini etkileyecek. Bu etkinin Yeni Halk Cephesi’nin gelişmesinde nasıl bir rol oynayacağını herhalde önümüzdeki aylar (ya da belki de yıllar) gösterecek.



[1] Alexandre Zevin, Liberalism at Large, The World According to The Economist, Verso Books, 2019.

[2] https://www.economist.com/europe/2024/06/27/emmanuel-macrons-centrists-are-facing-a-disastrous-first-round-vote.

[3] Paolo Gerbaudo, The Digital Party: Political Organisation and Online Democracy, Verso Book, 2019.

[4] Mathieu Dejean, ‘Démocratie au sein de La France insoumise : des militants avancent en terrain miné’ Mediapart, 11 fevrier 2024.

https://www.mediapart.fr/journal/politique/110224/democratie-au-sein-de-la-france-insoumise-des-militants-avancent-en-terrain-mine

Marco Guglielmo, ‘Anti-party Digital Parties Between Direct and Reactive Democracy. The case of La France Insoumise’, Oscar Barbera, Giulia Sandri, Patricia Correa, Juan Rodriguuez-Teruel, Digital Parties – The Challenges of Online Organisation and Participation, Springer 2021 içinde (pp. 127-149).

 

6 Temmuz 2024 Cumartesi

FRANSA’DA NELER OLUYOR?

  



https://www.gazeteduvar.com.tr/fransada-neler-oluyor-haber-1703968


Bir yerlerde bir Anglosakson gazeteci ya da sosyal bilimcinin Fransa’ya ilişkin şöyle bir sözünü okumuştum: ‘Fransa, seçmenlerinin sağa oy verdiği solcu bir ülkedir’. Fransa’yı, daha doğrusu Fransız toplumunu bundan daha iyi anlatan çok az gözlem vardır herhalde. Tabii diğer yanda Fransa, Engels’in klasikleşmiş deyişiyle bir ‘devrimler ülkesi’dir de. 1789 Büyük Fransız Devrimi, 1792 Cumhuriyet’in ilanı, 1830 Temmuz Devrimi, 1848 Devrimi, 1871 Paris Komünü, 1936 Halk Cephesi hükümeti, 1945 işgalden kurtuluş ve nihayet Mayıs 1968… Ama bütün bu devrim ya da devrimci atılımları, karşı-devrimlerin, restorasyon ya da gericilik dönemlerinin izlediği de unutulmamalı. Ayrıca 1792’den 1958’e kadar Fransa’da Cumhuriyetin beş kez yeniden kurulduğu düşünüldüğünde, bu ülkenin siyasal ve sosyal mücadeleler açısından benzeri az bulunabilecek bir ülke olduğu herhalde daha iyi kavranabilir. Dahası, iki yüzyılı aşkın bir dönemde gerçekleşen bütün bu kuruluş ve yıkılışlar, Fransa’da Cumhuriyet tartışmalarını hala sonlandıramadı. O kadar ki, 1958 De Gaulle anayasasının belirlediği ‘Beşinci Cumhuriyet’i yaşayan günümüz Fransa’sında, son birkaç yıldır ‘Altıncı Cumhuriyet’ de dile getirilmeye başlandı.

İşte devrimler, karşı-devrimler ve sosyal hareketler söz konusu olduğunda gerçekten benzersiz bir ülke olan Fransa’da 8-9 Haziran’da Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı ve Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağcı ya da neo-faşist Rassemblement Nationale (Ulusal Birlik), yüzde 31’lik oy oranı ile seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Başkan Macron’un desteklediği liste ise, aşırı sağ oylarının yarısı kadar bile oy alamadı. Bu seçim sonuçları üzerine Macron, anayasanın kendisine verdiği yetki ile meclisi dağıttı ve üç hafta içinde seçimlerin yapılmasına karar verdi.

Geçen Pazar günü yapılan meclis seçimlerinin birinci turu ise, Macron için daha da büyük bir yenilgi anlamına geliyor. Yüzde 20’lik oy oranı ile Başkan’ın partisi bu kez ancak üçüncü sıradadır. Ulusal Birlik’in yüzde 33, solun Yeni Halk Cephesi’nin ise yüzde 28’lik oy oranları ile seçimin ilk turunu başarılı bir şekilde tamamladıkları söylenebilir. Bu sonuca bakıldığında, Macron’un meclisi feshetme silahını çok riskli bir şekilde kullandığı ortaya çıkıyor. Fransa’nın karmaşık seçim sistemi nedeniyle 7 Temmuz günü yapılacak ikinci tur seçimleri için bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Ama şurası çok açık, 1940 yılında Fransız ordusunun savunma hatlarının çöküşü ve ardından gerçekleşen Alman işgali şartlarında kurulan Vichy hükümetinden beri ilk kez, Fransa aşırı sağcı bir hükümet tarafından yönetilme ihtimali ile karşı karşıya. 

Kuşkusuz aşırı sağın yükselişi ve ülke siyasetinin başat bir aktörü haline gelişi, geçmişin Fransa’sında ağza alınması imkânsız eşitlik düşmanı, ırkçı ve faşizan argüman ve sloganların günlük politikanın sıradan birer malzemesi haline gelmesi sadece Fransa’ya özgü bir durum değil. Benzer gelişmeler Avusturya’dan İtalya’ya, İspanya’dan Belçika, Almanya ve nice başka Avrupa ülkesine kadar pek çok yerde yaşandı, yaşanıyor. Yine ABD’de Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’deki hakimiyeti ırkçı, beyaz-üstünlükçü aşırı sağın bu dev ülkenin siyasetinde sağlam bir yer edinmesinin açık bir ifadesi değil mi?

Ne var ki bir devrimler, karşı-devrimler ve sosyal hareketler ülkesi olmasının ötesinde Fransa, 1980 sonrasını bir başka ifadeyle neo-liberal kapitalizmin refah devletini yok eden, çalışanları daha da ezen saldırısını, diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin tamamından farklı bir şekilde yaşamış bir ülke. 1980’lerin başlarından itibaren İngiltere ve ABD’nin merkez-üssü olduğu neo-liberalizm dalgası fazla bir direniş görmeden pek çok ülkeyi hızla etkisi alırken, Fransa bu dalgaya karşı neredeyse kırk yıldır ısrarlı ve ileri boyutlarda direnişler ortaya koyabilmiş belki de tek ülke.

1986 Kasım ve Aralık aylarında yaşanan dev öğrenci hareketi ve işçi grevleri, Mayıs 1968’den beri yaşanmış en büyük kitle hareketiydi. Bu yılda yeni seçilen sağ hükümet dev özelleştirmeler içeren iddialı bir neo-liberal reform programı hazırlamıştı. Adalet Bakanı, tıpkı ABD’de olduğu gibi Fransa’da da hapishanelerin özel şirketler tarafından yönetilebilmesi için çalışmalara başlandığından bile söz edebiliyordu. Ama öğrenci ve işçilerin tepkisi o kadar güçlüydü ki, hükümet ilk uygulamayı düşündüğü üniversite reform tasarısını geri çekti ve takip eden iki yılda programını ancak sınırlı bir şekilde uygulayabildi. 

Bundan yaklaşık on yıl sonra gerçekleşen 1995 grev ve gösterileri ise, Sosyal Sigorta sisteminde köklü bir değişikliği hedefleyen sağ hükümeti bir kez daha geri çekilmeye zorladı. 7 Aralık 1995 günü Le Monde gazetesi, tüm Fransa’yı saran bu büyük grev ve gösteri dalgasını ana manşetinde şu sözlerle tanımlamıştı: ‘Küreselleşmeye Karşı İlk Ayaklanma’.[1] 12 Aralık 1995 günü yapılan dev gösterinin ardından Lyon Garı’nda grevci işçilere hitap eden Pierre Bourdieu yaşanmakta olan sosyal hareketi, ‘uygarlığın yok edilmesine karşı bir direniş’ olarak selamlıyordu.[2]

2000’li yıllarda ise Fransa, gerek sağcı başkan Nicolas Sarkozy, gerekse sosyalist başkan François Holland dönemlerinde, eğitimde, çalışma koşullarında, işsizlik sigortası ve emeklilik sisteminde yapılmaya çalışılan neo-liberal dönüşümlere direnen dev grev ve gösterilere sahne olmaya devam etti. Ardından Macron dönemi geldi ve Kasım 2019’da, onun benzer politikalarına karşı bu kez son yılların en orijinal isyan biçimlerinden biri olan Sarı Yelekliler hareketi ortaya çıktı. Yine Macron’un ikinci dönem başkanlığının büyük projesi olan emeklilik sistemi reformuna karşı milyonlarca çalışanın katıldığı grev ve gösteriler aylarca devam etti. Direniş o kadar kararlı ve ısrarlıydı ki, asla gücünü yitirmedi ve sonunda hükümet bu reformu ancak, Fransa anayasanın antidemokratik ucubelerinden biri olan 49-3 maddesine dayanarak parlamentodan oylama yapmadan geçirebildi.

Son kırk yılda muhtemelen kapitalist dünyanın başka bir ülkesinde asla görülmeyen bu denli yoğun ve ısrarlı direnişler dikkate alındığında, Fransa için yapılmış ‘Seçmenleri sağa oy veren solcu ülke’ tanımlaması gerçekten de anlamlı görünüyor. Ne var ki bu gözlem elbette bu ülke siyaseti hakkında her şeyi açıklamıyor. Tamam, Fransa’nın neo-liberalizme direniş sicili oldukça zengin. Ama bu yaklaşık kırk yıllık direnişlerin ardından bugün Fransa’da aşırı sağın ya da neo-faşist olarak nitelenebilecek bir siyasi partinin hükümet kurma ihtimalinden söz ediliyor. Bunun açıklaması da elbette yine Fransa siyasetinin son kırk yıllık serüveninde aranmalı. 

 

Fransa Aşırı Sağı ya da 1980’lerden günümüze Le Pen’in Mirası

Günümüzde Marine Le Pen’in başkanlığını yaptığı Ulusal Birlik, geçmişte babası Jean Marie Le Pen tarafından kurulmuş Ulusal Cephe’nin bir devamı. Baba Le Pen bu partiyi, aralarında tescilli Yahudi düşmanlarının, eski Alman işbirlikçilerinin, neo-nazi taraftarlarının ve bir zamanlar Cezayir’in bağımsızlığına karşı silaha sarılmış OAS (Gizli Ordu Gücü) kalıntılarının da bulunduğu bir dizi fanatik aşırı sağcı ile birlikte 1972 yılında kurmuştu. Ama 1970’lerin Fransa’sı, Komünist ve Sosyalist partilerin seçmenlerin yarısına yakınının oyunu aldığı, işçi hareketinin bugünlere kıyasla muazzam boyutlarla örgütlü olduğu, sağ kanatta ise, sosyal Katolikliğin izlerini taşıyan De Gaulle geleneğinin politik ve örgütsel gücünü hala koruduğu bir ülkeydi. Bu koşullarda Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin marjinal bir örgüt olmaktan öteye gitmesi mümkün değildi.

Bu hareketin toplumda bir yankı bulması, savaş sonrası ekonomik büyüme ve zenginleşmenin durakladığı 1980’li yıllarda gerçekleşti. Bu yankının ilk belirtisi ise, 1983 yılındaki yerel seçimlerde Ulusal Cephe’nin Paris yakınlarındaki küçük bir komün olan Dreux’de yüzde 16,7 oranında oy almasıdır. Bu, o günlere kadar seçimlerde hesaba bile katılmayan oranlarda oy alan bir parti için muazzam bir başarıydı. Seçim çalışmalarında göçmenler konusu ile Dreux halkının ekonomik ve sosyal konulardaki şikayetlerini en demagojik bir biçimde birleştiren Ulusal Cephe adayının bu başarısı, Le Pen ve arkadaşlarına bundan sonra tutacakları yolu açık bir şekilde göstermekteydi. Ülkenin yaşadığı her sorunu göçmenlerin, yabancıların varlığı ile ilişkilendirmek ve Fransız halkını tüm sorunlarının yabancıları dışlayan tedbirler aracılığıyla kökünden çözüleceğine inandırmak.

Ulusal Cephe 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yükselişe geçecektir ama, bu hareketin ırkçı, ayırımcı, faşizan söylemlerinin, 2000’li yıllara kadar Fransız toplumunda ve siyaset sınıfında büyük ölçüde reddedildiği de unutulmamalı. O nedenle de 1980’li ve 90’lı yıllarda merkez-sağ ve sağ partiler, ufak istisnalar dışında Ulusal Cephe ile yerel ya da ulusal düzeyde seçim ittifakına girmekten sürekli olarak kaçınmak zorunda kaldılar. Bu durumda Ulusal Cephe’nin en küçük bir seçim başarısı bile, partinin esas oy kaynağı sağ seçmen olduğu için, merkez-sağ ve sağ partilerin aleyhine işliyordu. O yıllarda Fransa siyaset dünyasında bir adı da ‘Floransalı’ olan sosyalist başkan François Mitterrand’ın bu özgün durumun farkında olmaması elbette mümkün değildi. Bundan yararlanacak şekilde Mitterrand, merkez-sağ ve sağ partileri zayıflatmak amacıyla aşırı sağcı, Yahudi düşmanı, ırkçı Ulusal Cephe’nin yükselişine yardımcı olacak karanlık taktikler geliştirmeye girişti. Mitterrand’ın o yıllarda sadece Troçkist basında yer alan, ana akım medyada ise -çok iyi bilindiği halde- üzerine hiç konuşulmayan bu Makyavelist uygulamaları, bugün artık Fransa siyasetiyle yakından ilgilenen herkesin malumu. 1986 seçimleri öncesinde Le Pen’in partisinin parlamentoda temsilini kolaylaştıracak seçim sistemi değişikliklerinin yapılması ya da o yıllarda radyo ve televizyonlarda Le Pen’e daha fazla konuşma hakkı sağlanması türünden, Mitterrand’ın aşırı sağın yükselişine katkıda bulunacak müdahaleleri üzerine bugün Fransa’da ayrıntılı bir şekilde konuşulmakta.[3] Yine 1988 yılındaki başkanlık seçimlerinin ikinci turunda Mitterrand’ın sağcı rakibi Chirac’a karşı Le Pen’den destek istediği ve bu desteği aldığı da artık bilinen bir şey.[4] 

Aşırı sağcı partinin Fransa’da hükümet kuracak bir güce eriştiği günümüzde, sosyalist bir başkanın bir zamanlar bu hareketin yükselişine yaptığı katkılar belki de şaşırtıcı gelebilir. Üstelik hatırlatmak gerekir ki Mitterrand bu oportünist taktikleri uyguladığında, Ulusal Cephe öyle marjinal bir parti falan değildi. Söz konusu olan, Mart 1986’da yapılan seçimlerde yüzde 10’a yakın oy olarak parlamentoya 35 milletvekili ile girecek ve takip eden yıllarda aldığı yüzde 15 dolaylarındaki oyuyla Fransa siyasetinin kalıcı bir unsuru haline gelecek olan bir hareketti. Bizzat Ulusal Cephe’nin kurucularından birinin veciz ifadesiyle Mitterrand, ‘Ulusal Cephe'yi kurumsallaştırarak, onu sağı yok etmenin bir aracı haline getir’mişti.[5]

Tabii bu sinik taktiklerinin dışında Mitterrand, başka açılardan da Ulusal Cephe’nin gelişmesine katkıda bulunuyordu. Mitterrand başkan olarak 1981’den 1995’e kadar on dört yıl iktidarda kalmıştır. Ayrıca onun başkanlığı bırakmasından iki yıl sonra Sosyalist Parti, 2002’ye kadar beş yıl boyunca Chirac’ın iktidarına ortak olmuş, hükümet yönetmiştir. Ama işte bu yaklaşık yirmi yıllık dönemde sosyalistlerin öncülüğündeki sol, ne işsizliği geriletebilmiş ne sanayisizleşmeyi durdurabilmiş ne sanayisizleşmenin yarattığı tahribatları giderebilmiş ne de refah devletinin barınma, sağlık, eğitim ve ulaşım alanlarındaki yıkımının önüne geçebilmiştir. Mitterrand iktidarının Keynezyen politikalardan açık bir şekilde vaz geçtiği 1983 yılından itibaren uyguladığı ekonomi ve sosyal politikaların, aşırı sağın büyümesine onun Makyavelist taktiklerinden çok daha fazla katkıda bulunduğunu söylemek bir abartı olarak görülmemeli.

Mitterrand ve Ulusal Cephe ilişkisi konusunu kapatmadan önce, 1980’li yılların Fransa’sında aşırı sağın adlandırılması konusunda yaşanan bir gelişmeye de değinmekte yarar var. Siyaset felsefesi ve düşünceler tarihi alanlarında bir araştırmacı olan Pierre Andre Taguieff, 1986 yılında yayınladığı bir makalesinde, Ulusal Cephe gibi partilere ilişkin ‘aşırı sağ’ ya da ‘neo-faşist’ veya ‘neo-nazi’ vb. türünden adlandırmaların, bunların anlaşılmasını zorlaştırdığını iddia etmekteydi.[6] Belli ki Taguieff için, örneğin Le Pen’in partisini İkinci Dünya Savaşında Sovyetlere karşı savaşmak üzere Waffen SS üniforması giymiş faşistlerle birlikte kurduğu ya da Ulusal Cephe’nin  açık Yahudi düşmanı ve göçmen düşmanı söylemi pek önemli değildi. Bunların yerine Taguieff, bu akımı sözde çok daha iyi anlamak için ‘ulusal popülizm’ gibi oldukça sevimli bir adlandırma önerdi. Anlaşılır bir şekilde bu adlandırma kısa bir sürede Fransa siyaset sınıfı tarafından benimsendi. Daha sonraları bu adlandırmanın Anglosakson üniversite ortamlarında da yaygınlaştığı söylenebilir. İlginç bir şekilde aynı Taguieff, 2000’li yıllarda göçmenleri ve Filistin davasını savunan solculara yönelik bir küfür olarak kullanılacak olan ‘Islamo-gauchiste’ (İslamcı solcu ya da İslam solcusu) teriminin de yaratıcısıdır!

 

2000’li Yıllarda Fransa’da Aşırı Sağ

2000’li yıllar Ulusal Cephe’nin adeta altın yıllarıdır. Bu dönemin başkanlarının, Mitterrand’ın geçmişteki sinik politikalarıyla kazanacakları fazla bir şey kalmamıştır artık. Le Pen’in 2002 yılı başkanlık seçimlerinde ikinci tura kalacak kadar büyük bir güce ulaşması, bir zamanlar el altından yürütülen karanlık taktikleri işlevsiz hale getirmiştir. Ama asıl önemli olan şudur ki, 2000’lerin başkanları, Fransa’da yıllardır aşırı sağın gelişmesine büyük katkıda bulunan ekonomi ve sosyal politikalarda son derece ısrarcıdırlar ve Mitterrand’ın geleneğini bu anlamda devam ettirmişlerdir. Bunlardan Nicolas Sarkozy, De Gaulle hareketini bitirmiş ve bu gelenekten gelmiş olan partisini tam anlamıyla neo-liberal politikaları savunan klasik bir sağ partiye dönüştürmüştür. Ama bu dönüşüm Fransa sağının bu en büyük partisinin marjinalleşmesinin de yolunu açacaktır. Doğal olarak sağın bu gerilemesinden en büyük yararı aşırı sağ görecektir.

2012-2017 yılları arasında başkanlık yapan -sözde sosyalist (özde hardcore neo-liberal)- François Holland ise, Sarkozy’nin De Gaulle gelenekli partiye yaptığını Sosyalist Parti’ye yapar. Holland ve göreve getirdiği başbakanların, büyük patronların çıkarlarını gözeten ekonomi ve sosyal politikalarıyla Fransız solunun bu büyük partisini yok olma sürecine soktukları söylenebilir. 2012’de yüzde 52’ye yakın bir oranla bir üyesini başkan seçtirmiş olan Sosyalist Parti, beş yıl sonra yapılan başkanlık seçimlerinde sadece yüzde 6 dolaylarında oranında oy alacak, 2022 seçimlerinde ise bu oran yüzde 2’lere düşecektir.

Bu arada Sosyalist Başkan Holland’ın bir diğer önemli tarihsel rolüne de işaret etmekte yarar var. Holland, Macron’u iktidara hazırlayan kişidir (Macron bir zamanlar ‘sosyalist’ iken, Holland’ın önce danışmanlığını sonra da bakanlığını yapmıştır.) Macron’un tarihe muhtemelen Fransa siyasetinin merkez akımını çökertecek bir başkan olarak geçeceği düşünüldüğünde, Holland’ın aşırı sağa yaptığı bir diğer hizmetin ne olduğu da herhalde anlaşılabilir.

İşte sağ ve soldaki iki büyük parti ciddi bir erozyon sürecinde iken bu partilerin sözcüleri, akılları sıra seçmen kayıplarını önlemek için aşırı sağın kitlelerde yankı bulan ırkçı ve yabancı düşmanı söylemlerine sarılmaya başladılar. Sonunda görüldü ki, sosyalistlerin önemli bir kısmı da dahil olmak üzere Fransız siyaset sınıfının önde gelen partileri, aşırı sağın göçmenlere ilişkin ırkçı ve faşizan söylemlerini kendi propaganda repertuvarlarına katmışlar, hatta daha da ileri giderek bu söylemleri bu kez İslamofobi ile daha da zenginleştirmişler. Ama tabii bu söylem değişikliği, merkez sol ve merkez sağ partilere hiçbir yarar getirmemiştir. Çünkü her zaman olduğu gibi bu kez de seçmenler kopyacılara değil, söylemin orijinal mucitleri olan aşırı sağa sadık kalmaya devam ettiler.

Bu süreç içinde doğal olarak Fransa ana-akım medyası da, aşırı sağın önce söylemlerine sonra da sözcülerine daha fazla yer vermeye başladı. Eğlence programlarından sözde ciddi politik tartışma programlara kadar her yerde aşırı sağın yabancı düşmanı, Müslüman düşmanı, komplocu söylemleri olağanlaştırıldı. Kimi medya patronları reyting için bu yola girerken, kimileri de ideolojik ve siyasal mücadele anlayışlarının gereğini yapıyorlardı. Bu arada milyarder sanayici Vincent Bolloré gibi, kurduğu sayısız televizyon kanalı, gazete, dergi ve radyodan oluşan ve on milyonlara hitap eden dev medya imparatorluğunu, sağı ve aşırı sağı birleştirmek için kullanan büyük patronlar da vardı. Bu koşullarda Fransız toplumunun geniş kesimlerinin ne denli yoğun bir eşitlik karşıtı, ırkçı, yabancı düşmanı ve komplocu tezlerin bombardımanına maruz bırakıldığı daha iyi anlaşılabilir. Bundan kırk yıl kadar önce Perry Anderson, 1980’lerde bir anlamda 1968’in backlash’ını (ters tepkisini) yaşayan Fransa entelektüel ortamını tanımlamak için, ‘Günümüzde Paris dünya entelektüel gericiliğinin merkezidir’ demişti. Aynı Anderson, sadece gerici ve muhafazakâr değil, düpedüz ırkçı faşizan görüşlerin bile on milyonlarca Fransıza bu kadar yaygın bir şekilde aktarıldığı günümüz Fransa’sı için ne der, insan gerçekten merak ediyor.

 

Marine Le Pen’in Büyük Dönüşümü

Bu süreçte 2011 yılında parti yönetimini babasından devralan Marine Le Pen, aşırı sağı ‘zamanın ruhu’na uyduracak bir dönüşüm başlatır. Marine Le Pen neo-faşist genç kuşağın temsilcisi olduğu için, elli yıl önce Ulusal Parti’yi kurmuş olan eski kuşağın söyleminin artık zamanını doldurduğunu düşünüyordu. Ona göre yeni kuşaklarda bir karşılık görmeyen açık Yahudi düşmanlığı, homofobi, kafatası ırkçılığı, ölüm cezası taraftarlığı ve hatta yeterince sofistike olmayan komplo teorileri artık gerilerde kalmalıydı.

Marine le Pen ve kadrosu elbette hala ırkçıydı, yabancı düşmanıydı ve ‘üstün ırk’ın varlığına inanıyordu. Ama onların neo-faşist ırkçılığının öznesi değişmişti. Bu ırkçılık, esas olarak Avrupa dışından gelmiş göçmenleri hedef almalı ve onlara Fransa’da (ve Avrupa’da) eşit yaşam hakkı tanımayan yeni bir öz kazanmalıydı. Bu anlayışa göre sadece Fransız ulusunun değil, Avrupalı -Beyaz ve Hristiyan- ulusların da saflığı kıta dışından gelen göçmenler tarafından bozulmaktaydı. O nedenle geçmişten gelen Yahudi düşmanlığı ve antisemitizm bir kenara bırakılmalı, yoksul Güney ülkelerinden gelen göçmenleri hedef alan bir söyleme geçilmeydi. Böylelikle klasik faşizmin bir zamanlar geniş kitleleri sersemleştirmekte oldukça işlevli olan ‘tüm kötülüklerin sorumlusu Yahudi’ demagojisinin yerine, ‘tüm kötülüklerin sorumlusu yabancılar, göçmenler -Araplar, Afrikalılar, Afganlar, Türkler vb.’ler…- konuluyordu. Zaten yüzlerce yıllık Yahudi düşmanlığı ve korkusunun yerine, yabancı -özellikle de Müslüman- düşmanlığı ve korkusunun konulabilmesi için mevcut koşullar oldukça elverişliydi. Müslümanlar kafa keserken ya da katliamlar yaparken sadece Beyaz Avrupalıları, değil Yahudileri de hedef almıyorlar mıydı? Hatta en büyük düşmanı Yahudilerdi. Ayrıca Avrupa kıtası yüzyıllardır Yahudilerin de vatanıydı. Görüldüğü üzere yeni kuşak aşırı sağ için Yahudi düşmanlığını anlamsız kılan argümanlar çoğalmıştı. Tabii bu arada İslamcı terörizmin Ortadoğu’yu kasıp kavuran vahşetinin ve Avrupa’da, ama özellikle de Fransa’da gerçekleştirdiği büyük katliamların, antisemitizmden İslamofobiye geçişi oldukça sancısız kıldığı da hatırlatılmalı. 

Diğer yanda Marine Le Pen’e göre, Ulusal Cephe’nin eski kadrolarının kadın düşmanı ve eşcinsel düşmanı söylem ve politikalarına da yeni bir biçim verilmeliydi. Feminizmin anavatanlarından biri olan Fransa gibi bir ülkede neo-faşist hareket, feminist bilincin yaygınlığını dikkate almazlık edemezdi. Ayrıca bu ülkede örneğin başörtüsü gibi konular gündeme geldiğinde kimi feministler aşırı sağdan da fazla tepkiciydiler. Daha 1990’ların başlarında orta öğretimde bazı Müslüman öğrenciler başlarını kapattıklarında, ‘laiklik’, ‘kadın hakları’ diye ayağa kalkanlar arasında solcular ve feministler hiç de azınlıkta değildi. 2010 yılında Troçkist Yeni Antikapitalist Parti’nin yerel seçimler için gösterdiği binden fazla adayın sekizinin başörtülü olduğu açıklandığında, Fransa kamuoyu haftalarca bu ‘skandal’ı tartıştı. Parti sözcüsü Olivier Besancenot ‘Troçkist bir militan aynı zamanda hem feminist hem laik hem de başı örtülü olabilir’ diyordu ama, bizzat kendi partisinin içinden bile öfkeli tepkiler gelmekteydi.[7] Sonunda başörtülü adaylar partiden de istifa etmek zorunda kaldılar.[8] Bu da gösteriyordu ki İslamofobi’nin Fransız toplumunda yer etmesinin sorumlusu sadece aşırı sağ değildi. Bu koşullarda Marine Le Pen’in ‘ben feministim’ diye konuşmaya başlaması anlaşılırdı. Elbette parti kadroları ve büyük ölçüde seçmenleri özünde anti-feminist ve kadın düşmanıydı. Ama Fransa’nın özel koşullarında kimi feminist söylemleri dile getirmeyi çıkarlarına uygun görmekteydiler. Bunun bir ifadesi olarak Ulusal Cephe sözcüleri, geçmişte sessiz kaldıkları kadınlara yönelik şiddet konusunda da tutum almaya başladılar. Ama tabii bu konuyu da yabancılarla bağlantılandırmayı ihmal etmeden. Onlara göre kadınlara yönelik şiddet Avrupalı erkeklerin değil esas olarak yabancı (ve Müslüman) erkeklerin eseriydi. Müslümanlar, anayasa bildikleri Şeriat’a uygun olarak kadınlara rahatlıkla şiddet uygulayabiliyor, bunu yapmadıkları durumlarda ise onları örtünmeye zorlayarak bu kez kadınları manevi şiddet altında bırakıyorlardı.

Marine Le Pen önderliğinde Ulusal Cephe’de gerçekleşen söylem dönüşümünün önemli bir diğer alanı de ekonomiydi. Bu konuda yaşanan değişimin oldukça büyük -üstelik bazı alanlarda demagojiden uzak ve gerçek- değişimler olduğu söylenebilir. Her şeyden önce yeni Ulusal Cephe, geçmişte olduğu gibi, artık Avrupa Birliği’nden ve Euro’dan çıkmayı önermiyordu. Partinin yıllarca savunduğu bu görüşler, belli ki sonsuza kadar muhalefette kalmayı düşünen bir Ulusal Cephe için anlamlıydı. Marine Le Pen ise Fransa’yı yönetmeyi hedeflemişti ve artık Fransa’nın hem kurucusu hem de büyük ortağı olduğu bu büyük proje ile barışmak zorundaydı. Bir zamanlar Euro’ya karşı savundukları Fransa ulusal parası Frank da unutmalıydı. Aslında Ulusal Cephe başından beri büyük patronları kollayan ekonomi politikalarına asla karşı çıkmamış, ama popülist kaygılar nedeniyle bu konularda sessiz kalmaya ve sadece demagojik çıkışlar yapmaya gayret etmiş bir partiydi. Ama tabii Fransız siyasetinin en büyük partisi olma sürecine girildikten ve iktidar olanakları belirdikten sonra bu konularda nispeten daha açık pozisyon almak artık daha kolaydı. Ayrıca eski kafatasçı ırkçılıktan, Beyaz-Avrupalı üstünlükçülüğe geçiş yapmış bir parti için, Fransa’yı AB’siz, AB’yi de Fransa’sız düşünmek olanaksızdı.

Diğer somut ekonomi politikalarına gelince, aslında bunların Ulusal Cephe’nin her zaman zorlandığı alanlar olduğu söylenebilir. On yıllar boyu Fransa’da çalışanlar refah devletine yönelik neo-liberal saldırılara karşı inatla direnirken, ilke olarak patronlardan yana bir siyasal hareket olan Ulusal Cephe bu momentlerde genellikle düşük profilli bir tutum almış, daha çok suskunluğu ya da nadiren yarım ağızla desteklemeyi tercih etmişti. Ama artık durum değişmişti. Covid sonrasının Fransa’sında sıradan halkın sorunları arasında işsizlik ve satın alma gücünün düşüklüğü ilk başlardaydı. O zaman bunlar partinin propaganda konularının başında -ve tabii ki yabancıların varlığına bağlanarak- yer almalıydı. Ulusal Cephe zaten on yıllardır ‘Ulusal öncelik’ sloganıyla istihdamda, sosyal yardımlarda ve barınmada Fransızlara mutlak öncelik tanınmasını savunuyordu. Şimdi Fransızlar işsizlikten, satın alma güçlerinin düşmesinden, yabancıların varlığından, güvenlik kaygılarının artmasından mı söz ediyorlardı? O zaman onlara, büyük çoğunluğu on yıllardır Fransa’nın sosyal devlet kaynaklarını ‘sömüren’, hiç çalışmadan çok çocuk yaparak devlet yardımı ile yaşamayı tercih eden, bir kısmı da uyuşturucu ticareti ile Fransızları ve Beyaz Avrupalıları zehirleyen yabancılardan kurtularak hem ekonomik sorunlarına hem de güvenlik kaygılarına çözüm getirecekleri söylenebilirdi. Nasıl olsa dünyanın her yerinde olduğu gibi Fransa’da da bu türden büyük ve kestirme ‘çözüm’lere inanmaya hazır milyonlar mevcuttu.

Marine Le Pen’in başını çektiği tüm bu değişimlerin biçimsel ve sembolik bir ifadesi de bulunmalıydı. Bu amaçla 2018 yılında parti yaklaşık yarım yüzyıllık bir tarihi olan Ulusal Cephe’yi geride bırakıp, Ulusal Birlik adını aldı. Ardından 2021 yılında Marine Le Pen parti başkanlığını Jordan Bardella’ya bıraktı, ama tabii ki hareketin bir numaralı figürü ve partinin gelecekteki başkan adayı olmayı sürdürmek koşuluyla.

 

2024 Seçimleri ya da Herkes İçin Çalan Çanlar

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları Fransa’da Ulusal Birlik dışında tüm partiler için tam bir bozgun demekti. Seçmenlerin yarısı oy kullanmamış, kullananlar da aşırı sağı birinci parti yapmıştı. İlk büyük tepkiyi seçim sonuçlarının belli olmasından birkaç saat sonra Macron verdi ve meclisi feshederek üç hafta içinde seçimlere gidileceğini ilan etti. Pek çok siyasal gözlemci için Macron’un bu kararı, tehlikeli bir ‘kumar hamlesi’nden başka bir şey değildi. Bir Fransız siyaset bilimcinin güzel formülü ile 1958 Anayasasının başkana verdiği ‘Meclisi fesih yetkisi bir tür nükleer seçenek’ti. Tıpkı atom bombası gibi ancak bir ‘caydırıcı güç’ olarak değerlendirilmeliydi. Gerçekten kullanıldığında ise, kullanana da zarar verebilir, hatta belki de en büyük zararı silahı kullanan görebilirdi. Macron’un partisinin geçen Pazar günü yapılan seçimlerin ilk turunda aldığı sonuçlar, gerçekten de bu gözlemi doğruluyor gibi. Partisi Avrupa Parlamentosu seçimlerinden ikinci parti olarak çıkmışken, şimdi bu seçimde üçüncü sıradaydı.

Muhtemelen Macron bu cüretkâr kararı alırken, kendince hazırlıklı olduğunu düşündüğü bir sonuç beklemekteydi. Buna göre partisi bu seçimlerden birinci parti olarak çıkabilirdi. Çünkü Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılım çok düşüktü. Şimdiyse aşırı sağ tehdidi meclis seçimlerine katılımı artıracak ve bu da Başkan’ın partisine yarayacaktı. Diğer yanda sol müthiş bir dağınıklık içindeydi. Solcular aylardır iktidardan çok birbirleriyle uğraşmaktaydılar. Bu koşullarda sadece birkaç gün içinde aralarında anlaşıp birkaç hafta sonra yapılacak bir seçime hazırlanmaları mümkün değildi. Dolayısıyla sol seçmenin önemli bir kısmı, tıpkı 2017 ve 2022’de olduğu gibi Le Pen karşısında tek alternatif olarak gördükleri Macron’un partisine çaresiz oy vereceklerdi.

Bu arada bazı gözlemciler, Macron’un aşırı sağın mecliste çoğunluğu sağlaması ihtimaline göre de kendisini hazırlıklı gördüğünü belirttiler. Buna göre çoğunluğu kazanması durumunda Macron Bardella’yı başbakan olarak atayacaktı. Ancak ağır ekonomik sorunlar ve her an yeni krizler yaratabilecek uluslararası çatışmalı ortam, Ulusal Birlik hükümetini büyük bir hızla yıpratacak, ayrıca anayasanın kendisine verdiği büyük yetkiler sayesinde Macron bu yıpranmayı daha da derinleştirebilecekti. Bunun sonucunda da aşırı sağ 2027 seçimlerine, bugüne kadar hep olduğu gibi ‘denenmemiş bir siyasal hareket’ olarak değil, tersine yıpranmış bir iktidar partisi olarak gidecekti. Ne var ki Fransız anayasasına göre hükümetin polis ve jandarmadan gizli servislere, oradan -bizdeki valilerin karşılığı olan- prefet’lere kadar devlet yönetiminde muazzam yetkilere sahip olduğu ve ayrıca da Başkan’ın parlamentodan çıkan yasalar üzerinde sadece sınırlı bir veto yetkisinin bulunduğu düşünüldüğünde, bir Ulusal Birlik hükümeti deneyinin, basit bir şekilde sadece bu partinin yıpranması sonucunu doğurmayacağı, tersine toplumda ve devlet düzeyinde muazzam altüstlüklere yol açabileceği unutulmamalı. Dolayısıyla Macron’un bu denli büyük boyutlu riskleri içerebilen bir hesap yaptığını söylemek kolay değil gibi görünüyor.

Ancak bütün bunlar bir yana, parlamento seçimlerinin birinci turunun sonuçları, Macron’un üzerine hesap yaptığı esas senaryoyu çökertmiş durumda. Yeni parlamentoda Macron’un partisi çoğunluk sağlayamayacağı gibi, partisinin oluşturacağı parlamento grubu, Ulusal Birlik ve -oluşursa- Yeni Halk Cephesi gruplarının ardında yer almak durumunda kalacak. Aslında bu durum seçimlerden önce de belli olmuştu, çünkü sadece Macron’un değil, pek çok siyasal gözlemcinin de imkânsız gibi gördükleri şey beklenmedik bir şekilde iki hafta önce gerçekleşmişti. Fransız solunun dokuz örgüt ve hareketi derhal bir araya geldiler, meclisin feshini takip eden iki gün içinde Yeni Halk Cephesi’nin kurdular, birkaç gün içinde aday listelerini ve ortak programlarını hazırladılar ve ardından hızla seçim çalışmalarına başladılar. Akıllara durgunluk veren bir hızla gerçekleşen bu gelişmeler Macron’un tüm hesaplarını altüst etti ve seçim sonrası için beklenmedik senaryoların çıkış ihtimallerini yarattı.

Ama tabii bütün bunların ötesinde Le Pen’in partisinin birinci tur sonuçları, aşırı sağ için muazzam bir başarıyı ifade ediyor. Bugüne kadar bu hareket hiçbir parlamento seçiminde bu kadar yüksek bir oy oranına ulaşmamıştı. Elbette Ulusal Birlik’in bu başarısını, ikinci turda bir parlamento çoğunluğu ile taçlandırıp taçlandırmayacağı üzerine kesin bir tahmin yapmak şimdilik oldukça zor.

Öte yanda solun bundan birkaç hafta önce gerçekleştirdiği ittifakın (Yeni Halk Cephesi) potansiyeli üzerine de şunlar söylenebilir. Her şeyden önce sol örgütlerin bu kadar hızlı bir şekilde bir araya gelebilmelerinin nedeni, yaşanan siyasal gelişmelerin ağırlığında ve muhtemel vahim sonuçlarında aranmalı. Aslında Yeni Halk Cephesinin kuruluşunun, Macron’un hesaplarını bozmasından da öte, Ulusal Birlik’in zaferini de zora soktuğunu belirtmek gerek. Çünkü solun birleşmemesi durumunda sol seçmenlerin bir kısmı Macron’un partisine oy verirken, muhtemelen çok daha önemli bir kısmı oy vermeyecek, bu da Ulusal Birlik’in oy oranının artması anlamına gelecekti. Öte yanda Yeni Halk Cephesi’nin yüzde 28 gibi bir oy oranına ulaşması, yıllardır ciddi gerilemeler yaşayan Fransız solu için büyük bir moral yüklemesi anlamına da gelmekte.

Ama öte yanda Yeni Halk Cephesi’nin oldukça kırılgan bir yapıyı ifade ettiği de belirtilmeli. Bir kez bu cephe, bir dizi sol örgütün oluşturduğu bir seçim ittifakından ibaret. İttifakı oluşturan örgütler arasındaki rekabet ve problemler, ilk büyük güçlükte ittifakın parçalanmasına yol açabilecek bir potansiyeli ifade ediyor. Bu kırılganlık ancak sol ittifak üzerinde toplumsal bir baskının mevcudiyeti durumunda giderilebilirdi. Zaten Yeni Halk Cephesi’nin oluşumu da sol kamuoyunun baskısıyla oluşmuştu. Bu baskıdan çok daha farklı bir şekilde yararlanılabilirdi. Yukarıda örgütler düzeyinde bir birlik gerçekleştirilirken, yerelde mahallelerde, işyerlerinde, dernek-sendika ortamlarında oluşturulacak antifaşist birlikler, komiteler vb. ile bu ittifak derinleştirilebilir ve yaygınlaştırılabilirdi. Bu yapılabilseydi, Yeni Halk Cephesi, basit bir seçim avadanlığı olmaktan çıkabilir, gerçek bir toplumsal muhalefet aracına dönüşebilirdi. Şu anda ise Yeni Halk Cephesini, yeterince sağlam olmayan bir seçim avadanlığı olarak kalma ya da muarızlarının akıllı bir manevrası ile işlemez hale gelme tehlikesi beklemekte.

Yeni Halk Cephesi’ni kuran sol liderlerin bu zaafların farkında olmadıklarını, öngörü yeteneğinden yoksun siyasetçiler olarak sadece tepede bir ittifak oluşturmakla yetindiklerini, dolayısıyla yanlış yaptıkları söylemek gerçekçi olmaz. Bir kere şurası açık ki, sağcı olsun solcu olsun deneyli siyasetçiler nadiren yanlış yaparlar. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu genellikle bilirler. Zaten bu yeteneğe sahip olmayanlar kısa sürede tasfiye edilir, yerlerini yenileri alır. Bu anlamda Fransız solunun liderleri de, tabana yaygınlaştırılan ve bir sosyal hareket altyapısına sahip olan bir Halk Cephesi’nin çok daha büyük bir potansiyel ifade edeceğinin pekala farkındadırlar. Ama öte yanda bu sol örgütlerin tamamı, bürokratik örgüt kültürünün güçlü olduğu yapılanmalar. Ayrıca sol liderlerden kimilerinin egoları da, siyasal taktik tercihlerini etkileyecek kadar büyük. Bu durumda gerek liderler gerekse bürokrat kadrolar, siyasetin öznelerini sonsuz bir şekilde çoğaltacak bir demokrasiden içgüdü ile uzak duracaklar, sınırları bürokratik bir şekilde belirlenmiş yapılanma ve eylemlilikleri tercih edeceklerdir. O nedenle şu anda Fransız solunun bir araya gelmiş bu dokuz örgütünden, Yeni Halk Cephesi gibi kırılgan bir seçim ittifakından daha ötesini beklemek gerçekçi olmaz. Bu durum ancak, söz konusu bürokratik kültürü sarsacak ve egosu yüksek liderleri tasfiye edecek büyük altüstlükler yaşandığında değişebilir.

Son seçimde Ulusal Birlik’e oy veren seçmenler farklı sosyolojik profiller olarak incelendiğinde, bu partinin Fransız toplumunun istisnasız tüm kesimlerine ulaştığı ve oralarda istikrarlı bir taraftar kitlesine sahip olduğu, arada biraz fark da olsa bu partinin erkekler gibi kadınlardan da oy aldığı, emekliler arasında ezici bir çoğunluğa ulaştığı ortaya çıkıyor. Ulusal Birlik sadece 24-35 ama özellikle de 18-24 yaş grubunda solun gerisinde kalmış durumda. Sonuç olarak bu kadar net bir ırkçı, yabancı düşmanı, beyaz üstünlükçü, özünde anti-feminist ve demokrasi karşıtı bir söyleme sahip bir partinin, on milyondan fazla oy aldığı düşünüldüğünde, durumun Fransa ve aynı zamanda Avrupa için ne büyük bir vahamet taşıdığı herhalde anlaşılabilir. Ulusal Birlik seçmenleri göçmenleri katletmeyi, onları Fransa’dan kitleler halinde sürmeyi ve yenileri gelmesin diye Güney ülkelerine -binaları yıkmayan sadece insanları öldüren- nötron bombaları atmayı elbette düşünmüyorlar. Ne var ki geçmişte benzeri siyasal hareketlerin evrimleri konusunda biraz bilgi sahibi olunduğunda, radikal felsefeci Alain Brossat’nın birkaç hafta önce yazdığı şu satırlara kulak vermek gerektiğini düşünüyor insan:

''… Yaşadığım köyde Bardella, Marion Mareshal ve diğer aşırı sağ aday Philippot oyların % 35'ini toplamış olduğuna göre, demek bugün itibariyle kabaca bu köydeki iki seçmenden birisi Nazi. Fırına ekmek almaya gittiğimde şöyle bir sayım yapıyorum: bir Nazi, bir Nazi olmayan ya da henüz Nazi olmayan biri, vs. vs. Nazi dediğimde, söz konusu olan retorik bir abartma değil. Ocak 1933'ün sonlarında genel olarak bir Nazi, tüm Avrupa'nın yakılması, tüm Yahudilerin son ferdine kadar yok edilmesi konusunda takıntılı bir fanatik olmaktan çok uzakta biriydi. O daha ziyade ‘ona (O'na) inanan’, Führer'de Almanya'nın kurtuluşunu gören ve Almanların hayatını zehirleyen Yahudilerin dizginlenmesi gerektiğini düşünen bir zavallıydı. Tıpkı günümüzün Marine Le Pen – Bardella hayranlarının Ulusal Birlik’in ‘bizi’ beladan kurtarabileceğine ve kötülüklerin tümünün olmasa da en azından çoğunun kaynağı olan göçmen sorununu ‘çözebileceğin’ inanmaları gibi. O anlamda ‘1933 versiyonu Nazi’ tanımında ısrar ediyorum. Tabii oy pusulası ellerde ve yüzlerde iz bırakmadığı için de herkese merhaba demeye devam ediyorum. (…)''[9]

 



[1] La première révolte contre la mondialisation’, Le Monde, 07 décembre 1995.

https://www.lemonde.fr/archives/article/1995/12/07/la-premiere-revolte-contre-la-mondialisation_3884319_1819218.html

[2] Pierre Bourdieu avec les grévistes de 1995 : « Contre la destruction d’une civilisation », Le Monde, 22 Mars 2018’.

https://www.lemonde.fr/idees/article/2018/03/22/pierre-bourdieu-avec-les-grevistes-de-1995-contre-la-destruction-d-une-civilisation_5274545_3232.html

[3] Eric Fassin, ‘Droit de vote des étrangers pour une gauche decomlexée’, Libération, 8 decembre 2011, https://www.liberation.fr/france/2011/12/08/droit-de-vote-des-etrangers-pour-une-gauche-decomplexee_780279/

Emile Favard, ‘Mitterrand, un florentin paradoxal, Les Echos, 17 mai 1995,

https://www.lesechos.fr/1995/05/mitterrand-un-florentin-paradoxal-1043279 

[4] Pascale Nivelle, ‘Mort de l’ancien ministre Roland Dumas: honneurs et scandals du mitterrandisme’, Libération, 3 juillet 2024,

https://www.liberation.fr/politique/mort-de-lancien-ministre-roland-dumas-honneurs-et-scandales-du-mitterrandisme-20240703_H4ATLLVT3ZC4VNOC2DBPYLVWLY/ 

[5] Victor Boiteau, ‘Proportionnelle en 1986, ‘C’était un coup politique de Mitterrand’, Libération, 20 février 2012,

https://www.liberation.fr/politique/proportionnelle-en-1986-cetait-un-coup-politique-de-mitterrand-20210220_XQE5EOMTNRALTHP64S72N7LPHM/

 

[6] Coralie Delaume, ‘Pierre-André Taguieff revisite le populisme, Causeur, 9 février 2012, https://www.causeur.fr/pierre-andre-taguieff-revisite-le-populisme-15425

[7] Sophie de Ravinel, ‘Le NPA présente une candidate voilée, Le Figaro, 2 février 2010.

https://www.lefigaro.fr/politique/2010/02/02/01002-20100202ARTFIG00688-le-npa-presente-une-candidate-voilee-.php

[8] Lilian Alemagna, ‘Ilham Moussaid et onze militants quittent le NPA, Libération, 26 Novembre 2010.

https://www.liberation.fr/france/2010/11/26/ilham-moussaid-et-onze-militants-quittent-le-npa_696442/?redirected=1#mailmunch-pop-1070271

[9] Alain Brossat, ‘L’antifascisme peut-il casser des briques?’, lundimatin, 20 Juin 2024.

https://lundi.am/Tous-et-toutes-en-Belgique

Adı Konulamayan Sürecin Birinci Yılında

https://birikimdergisi.com/guncel/12204/adi-konulamayan-surecin-birinci-yilinda Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 günü meclis kürsüsünden Öcalan’a ya...