https://birikimdergisi.com/guncel/12204/adi-konulamayan-surecin-birinci-yilinda
Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 günü meclis kürsüsünden Öcalan’a yaptığı çağrının üzerinden bir yıl geçti. Her ne kadar pek çok şey gizli tutulsa da son bir yılda yaşanan gelişmeler, bu çağrı ile kamuoyuna açıklanan sürecin geldiği yer ve muhtemel yönelişleri konusunda konuşmaya olanak vermekte.[1]
Bahçeli’nin bu çağrısı, bir süredir iktidar ile Öcalan ve
Öcalan ile Kandil arasında görüşmeler yürütüldüğüne ilişkin olarak ortalıkta
dolaşan haberlerin de doğrulanması anlamına geliyordu. Bu haberler, kamuoyunda
bu görüşmelerin ne kadar çözüm odaklı ne kadar siyasal taktik hesaplarıyla
bağlantılı olduğuna ilişkin bir merak uyandırmıştı. Çünkü son barış süreci
2015’teki şiddetli çatışmalarla sona erdirildikten sonra iktidar tarafından
Kürt hareketi, kendisiyle müzakere yapılacak bir siyasal aktör olarak değil,
tasfiyesi hedeflenen bir düşman olarak görülmüş ve bu söylem ve yaklaşım 2024’ün
Ekim ayına kadar kararlı bir şekilde sürdürülmüştü. Ama diğer yanda son
yıllarda iktidarın taktik ihtiyaçlarına bağlı olarak örneğin 2017 Referandumu,
2019 İstanbul belediye başkanlığı seçimleri ve 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri
öncesinde Öcalan ile -hatta belki Kandil ile de- sınırlı hedefleri olan
müzakerelerin, pazarlıkların yapılmış olması da kuvvetle muhtemeldi. Hatta 2019
İstanbul belediye başkanlığı seçimleri öncesinde Öcalan ile yapılan
görüşmelerin varlığından, ünlü ‘Öcalan mektubu’ sayesinde kamuoyu da haberdar
olmuştu. Ama taktik hesaplara dayanan bu sınırlı temaslar bir yana, bir yıl
öncesine kadar Kürt hareketi, iktidar tarafından bir çözüm muhatabı olarak
görülmemiş, PKK ise savaşçı söylemini ve zaman zaman da propaganda amaçlı
silahlı eylemlerini sürdürmüştü.
Süreç Neden Başlatıldı ya da ‘Devlet Aklı’ mı Yoksa
İktidarın Aklı mı?
Bahçeli’nin Öcalan ile ve Kürt hareketinin diğer
bileşenleri ile yapılacak bir müzakere sürecini başlatan çağrısı, yarattığı
şaşkınlığın yanı sıra, bu beklenmedik gelişmenin nedenleri üzerine
sorgulamaları da gündeme getirdi. İlginç bir şekilde nispeten kısa bir süre
içinde, hemen her kanattan siyasal gözlemciler arasında, iktidarın Kürt
siyasetindeki bu radikal değişiminin nedenleri hakkında bir oybirliği oluştu.
Buna göre, 7 Ekim 2023 Hamas saldırısını takip eden dönemde Ortadoğu’da o kadar
önemli gelişmeler yaşanmıştı ki, ‘Devlet Aklı’ kendisini yeni bir stratejik
yöneliş içine girmek zorunda hissetmişti. Bir başka ifadeyle yeni sürecin
temelinde o ‘Akıl’ vardı. Kimi daha ‘uçuk’ gözlemlere göre, Erdoğan’ı bu
yönelişe zorlayan ‘Devlet Aklı’nın temsilcisi olan Bahçeli’ydi. MHP lideri, mevcut iktidarın
ve onun dayandığı ittifakın dışında olan ve devletin genel ve uzun vadeli hesap
ve çıkarlarını gözeten çevrelerin sözcülüğünü alıp bu cesur çıkışı yapmıştı.
Bahçeli’nin bu konuda ön planda oluşu, Erdoğan’ın ise uzun bir süre konuya
mesafeli bir yaklaşım sürdürmesi ancak böyle açıklanabilirdi vs..
Kuşkusuz Hamas saldırısını izleyen ilk bir yıl içinde
Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin önemi dikkate alındığında, bu tarz
açıklamalarda ilk bakışta doğruluk payı var gibi görülebilir. Ayrıca Türkiye’de
‘Devlet Aklı’ ya da ‘Derin Devlet’ türünden mitlerin her türden siyasal
analizin olmazsa olmaz klişeleri olduğu düşünüldüğünde, bu açıklamaların
oldukça ikna edici olduğu da söylenebilir. Ancak bu açıklamaların ihmal ettiği
bir önemli nokta vardı. 2024 yılında Erdoğan-Bahçeli iktidarının ülke içi
siyasette karşılaştıkları güçlükler ve açmazlar ve bunların dayattığı iç
siyasete dönük taktik değişim ihtiyaçları, bölgesel çıkarlarla ilgili sözde
stratejik adımlardan çok daha büyük bir öncelik taşımaktaydı.
2024’ün Ekim ayında iktidar, Öcalan’la anlaşmasına
ilişkin olarak attığı adımların ilanını birkaç hafta ya da birkaç ay
geciktirseydi, Türkiye’nin uluslararası ya da bölgesel ilişkileri konusunda
herhangi bir şey için geç kalmış olmazdı. Ne var ki iç siyasette son birkaç
yılda yaşanan ve son aylarda daha da hızlanan gelişmeler, iktidarı esas bu
alanda acil taktik müdahalelere zorlamaktaydı. Her şeyden önce, Bahçeli’nin
çağrısından sadece altı ay önce yapılan yerel seçimler, iktidar için alarm
zillerini çalmıştı. Acele edilmesi, hem de çok acele edilmesi gereken esas konu
buydu. Tam da bu nedenle Bahçeli bu konuşmayı yapmak için, onbeş gün sonra
yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarının ortaya çıkmasını bile
beklememişti. Oysa konu gerçekten de Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere bölge
ile ilgili stratejik çıkarları ise, başkanlık seçimini beklemekten de öte,
Bahçeli’nin yeni ABD başkanının göreve başlayacağı tarih olan 20 Ocak 2025
öncesinde Ortadoğu politikasının ana hatlarını açıklamasını ve bununla
bağlantılı -yeni dışişleri bakanı, Ortadoğu temsilcisi, Türkiye büyükelçisi vb.
gibi- atamalar yapmasını bile beklemesi gerekirdi
Öcalan ile anlaşma sürecini ‘Devlet Aklı’, ‘uluslararası
çıkarlar’, ‘Türkiye’nin sınırlarını büyütmesi’ ve benzeri klişelerle formüle
eden araçsal açıklamalar bir kenara bırakılıp, Türkiye siyasetinin son
yıllardaki gerçekliğine bakıldığında, çok daha gerçekçi açıklamalara
varılabilir. 31 Mart 2024 yerel seçimleri iktidara, eğer gelişmeler böyle devam
ederse gelecek seçimleri ancak ‘Maduro metodu’ ile kazanabileceğini
göstermişti. Bir başka ifadeyle eğer muhalefetin kimi önde gelen aktörleri
siyaset dışına atılamaz ve CHP’nin yerel seçimlerde ele geçirdiği politik
üstünlük ortadan kaldırılamaz ise, seçimler ancak günümüz Venezuela’sında
olduğu gibi Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı ile kazanılabilecekti. Ne var ki
Türkiye gibi otoriter rejimin hala kendisini yeterince güçlü hissedemediği ve
sandık meşruiyetine hala ihtiyacı olduğu bir ülkede, bu metot öyle kolay kolay
başvurulacak bir yol değildir. Türkiye’de YSK kararı ile kazanılacak bir seçim,
başvurulabilecek ‘son çare’ olabilirdi. Bu durumda ‘Maduro metodu’na mahkûm
olmak istemeyen iktidar stratejleri için çok daha orijinal taktik manevra ve
operasyonlara girişmek tek seçenekti ve doğal olarak Kürt sorunu, bu yeni
manevra ve operasyonların merkezi konusu olmak durumundaydı.
Kuşkusuz bu sürecin hazırlıklarına ilişkin olarak iktidar kulislerinde
yaşanan tartışma, pazarlık ve manevralara dair hiçbir bilgi mevcut değil. Ancak
en akla uygun senaryo, Öcalan ile bu yeni sürecin hazırlık planlarının
Erdoğan’ın talimatı ile iktidar kurmayları tarafından hazırlanmış olduğudur. Bu
yönelişin kamuoyuna sunuluşunu ise -muhtemelen ciddi tehdit ve şantajlar da
içeren yoğun bir pazarlık sonucu- Bahçeli üstlenmiştir.
Türkiye siyasetinde en azından Gezi gösterilerinden beri
yaşananlar (Türk) muhalefetin iktidarı ancak Kürtlerle ittifak ederek alaşağı
edebileceğini defalarca göstermiştir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde, 2017
referandumunda, 2019 İstanbul belediye başkanlığı seçimlerinin tekrarında, 2023
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve nihayet 30 Mart 2024 yerel seçimlerinde (Türk)
muhalefetle Kürtler arasında sandıkta gerçekleşen fiili ittifak, iktidarın
sürekli korkulu rüyası oldu. Ama diğer yanda bu ittifak son derece kırılgandır
da. Her şeyden önce, her biri farklı düzeylerde de olsa, (Türk) muhalefetin
hemen bütün bileşenleri, Türk milliyetçisi önyargılardan mustariptir ve Kürt
hareketine karşı güvensizlikten açık düşmanlığa kadar giden duygular
taşımaktadır. Bu ise Kürt hareketi ile ilişki ve ittifak konusunu muhalefetin
Aşil topuğu haline getirmektedir. İktidar için manevra ve operasyon alanı
yaratan tam da bu zaaftır. Bu anlamda 22 Ekim 2024 günü Bahçeli’nin Öcalan’a
yaptığı çağrı, son yıllarda Türk ve Kürt muhalefet arasında oluşan ve 2024
yerel seçimlerinde zirveye ulaşan ittifak ve yan yana gelme eğilimini ortadan
kaldırmayı hedefleyen bir taktik yönelişin kamuoyuna açıklanması olarak
görülmelidir.
Öcalan Neden Yeni Bir Müzakere Sürecine Katılmayı Kabul
Etti?
İktidarın Öcalan’a yaptığı müzakere önerisinin onun
kişisel konumu açısından özgün bir nitelik taşıdığı çok açık. Kendisine bu
öneri yapıldığında Öcalan yirmi beş yıldır hapiste olan yetmiş beş yaşında bir
siyasi mahkumdur. Bu sürede Kürt hareketinin en önemli figürü olarak zaman
zaman siyasete müdahale etme imkanını bulabilmiştir. Ne var ki bu çeyrek
yüzyıllık uzun dönemde siyasetle ilişkisi tamamen koparılmış bir mahkûm gibi
yaşadığı yıllar da olmuştur. Ve işte bir gün gelmiş ve kendisine iki seçenek sunulmuştur.
Siyasete sınırlı etkisinin tamamen iktidarın iznine bağlı olduğu mahkûmiyet
koşullarının devamı ya da yeniden aktif bir siyasal aktör olma yolunun
açılması. Aslında Öcalan’ın kendisine sunulan bu seçenekleri ‘cezaevinde ölmeyi
göze almak’ ya da ‘bir ölçüde özgürleşerek hızla önemli bir siyasal aktöre
dönüşmek’ olarak algıladığı düşünülebilir.
Tecrübeli bir siyasetçi olarak Öcalan bu seçeneklerle
karşılaştığında, Erdoğan ve AKP’nin iktidarda kalma konusunda son derece
kararlı olduklarını muhtemelen görmekteydi. Diğer taraftan son yıllarda başta
CHP olmak üzere tüm muhalefet partilerinin bu rahatsız edici gerçeği hesaba
katarak siyaset yaptıklarının farkında olmaması da mümkün değildir. Ayrıca bu
konuda tahmin yapmaktan da öte, nicedir iktidar yetkilileri ile diyalog içinde
olduğu için, iktidarın bu kararlılığından çok önceden haberdar olduğu bile
söylenebilir. Buradan bakıldığında müzakere önerisini reddetmek, Öcalan için
adeta yeni bir müebbet hapis mahkumiyeti almak anlamına gelmektedir.
Diğer yanda Öcalan’a bu yeni müzakere önerisinin hem
kendisi hem de Kürt hareketi için çok da elverişli olmayan koşullarda yapıldığı
da bir gerçek. 2024 yılında ülke koşulları, önceki barış sürecinin yaşandığı
2010’lu yıllardan çok ama çok farklıdır. O yıllar silah bırakma, barış ya da
PKK’nin yasallaşması konularında müzakere yürütmek için son derece elverişliydi.
AKP sadece genel olarak Türkiye toplumunun değil, Türkiye Kürtlerinin de yüzde
ellisinin oyunu almaktaydı. Ama bu güçlü seçmen tabanına rağmen ülkenin tek
hâkimi değildi. Hala belli başlı devlet kurumlarının
nispi otonomisi mevcuttu ve ülkede çok sesli bir medya vardı. En nihayet Türkiye’de
siyasetin istikrarını altüst edebilecek boyutlarda bir kutuplaşma atmosferi de mevcut
değildi. Oysa 2024’ün Türkiye’sinde iktidar sadece Türklerin değil Kürtlerin de
önemli bir kesiminin desteğini yitirmiştir. Son seçim zaferi on yıl öncesinde
kalmış bir iktidarla yürütülecek bir müzakere sürecinin, muhalefeti bölme ve
iktidarı sağlamlaştırma gibi riskler içerdiğini muhtemelen Öcalan da görmüş
olmalıdır. Ama öte yanda Kürt hareketinin uzun soluklu mücadele tecrübesi ve
örgütlülük düzeyi dikkate alındığında, bu hareketin iktidarın hesaplarını
bozacak bir potansiyeli olduğu da açıktır. Eğer Öcalan bu potansiyelin sürecin
muhtemel risklerini azaltabileceğini düşünmüşse, bunda çok haksız da sayılmaz.
Öte yanda Öcalan için şu konu da son
derece açıktır. PKK için Türkiye’de silahlı mücadele dönemi çoktan kapanmıştır.
Sadece son yıllarda askeri teknolojide yaşanan dönüşümler bile, PKK’nin
eylemlerini sürdürmesini büyük ölçüde zorlaştırmış, hatta kimi durumlarda
imkansızlaştırmıştır. Kırsal nüfusun desteği ile yürütülen gerilla mücadelesi
çağı, askeri teknolojideki gelişmelerin yanı sıra, Kürt toplumunun son on
yıllarda yaşadığı büyük sosyolojik değişimler nedeniyle de kapanmıştır. Diğer
yanda son otuz beş yıldır Kürt hareketi yasal siyasi partileri ve sivil toplum
örgütlenmeleri aracılığıyla etkin bir şekilde açık siyaset yapmaktadır. Yine
bir sosyal hareket olarak Kürt hareketi, yasal alanda Türkiye toplumunu
etkileyebilecek ve değiştirebilecek yeni araçlara da sahiptir. Bir başka
ifadeyle müzakere zamanı çoktan gelmiştir. Dolayısıyla çok da elverişli olmayan
bir momente bile denk gelmiş olsa, bu yeni fırsatı değerlendirmekte yarar
vardır.
En nihayet Öcalan’ın, iktidardan gelen
müzakere önerisine yanıt verirken, örgütünün baskısını üzerinde çok fazla hissetmeyen bir lider olduğunu da belirtmek gerek. Öcalan, örgütün
geleceği konusunda tek karar sahibi olduğunu bilmektedir. Bu onun açısından
yapılmış basit bir tahmin ya da öngörü değildir. Öcalan liderliğinin örgüt
tarafından algılanış biçimi, PKK’ye egemen olan siyasal kültürün başat bir
unsurudur. Öcalan, örgütün ‘en güçlü’, ‘en tecrübeli’ ya da ‘en sevilen’ bir
lideri olmanın çok ötesinde, Kürt hareketinin Weberyan anlamda karizmatik bir
lideridir. O tanıma uygun olarak, PKK kadroları ve geniş Kürt kitleleri
tarafından tarihsel bir kazanımla özdeşleştirilmiş, adeta insanüstü yeteneklere
sahip bir şahsiyet olarak görülmektedir. Bunun mantıki sonucu olarak PKK’de liderin örgüte değil, tersine örgütün lidere
sadakati söz konusudur. On yıllardır kendisini bir ‘Önderlik Örgütü’’ olarak
niteleyen PKK, liderine sadakatini, resmi örgütsel belgelerinde kayda
geçirmiştir. 2000’li yıllarda yenilenen PKK tüzüğünde ve kurulduğunda
hazırlanan KCK Sözleşmesi’nde, söz konusu ‘önder-örgüt’ ilişkisi açık bir
şekilde formüle edilir. Öcalan fiilen örgütün ‘ebedi önderi’dir; örgütün tüm
stratejik yönelişlerinde tek söz sahibidir; dolayısıyla seçilmez, görevden
alınamaz ve herhangi bir örgüt organına hesap verme sorumluluğu yoktur.[2]
Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu açıdan Öcalan ve PKK’nin, ikinci dünya
savaşı sonrasında dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan silahlı mücadele
örgütleri içinde oldukça farklı bir yeri bulunmaktadır.
Bütün bunlar, Öcalan’ın yeni bir sürece
baş aktör olarak katılma konusunda karar vermesini kolaylaştıran faktörlerdir.
Daha sonraki gelişmeler, muhtemelen onun öngördüğü gibi yaşanacak ve Kürt
hareketinin tüm bileşenleri fazla sorun çıkarmadan sürece katılacaklardır. Gerçekten
de Öcalan’ın PKK ve Kürt hareketi içindeki bu özgün konumu sayesinde, PKK silahlı
mücadeleyi sonlandırma ve kendisini feshetme kararını nispeten sancısız bir
şekilde almış ve uygulamaya başlamıştır. Kuşkusuz kimi PKK kadrolarının bu
gelişmeyi kabul etmekte zorlandıkları düşünülebilir. Kendilerinden tüm
hayatlarını adadıkları bir mücadele yordamına son vermeleri istenmiştir. Diğer
yanda kendileri için değil hareketleri için de geleceğin neler getireceği
belirsizdir. Ayrıca muhtemelen hemen hepsi, sadece örgüt içinde değil, geniş
Kürt kitleleri arasında da yaşanan sürece karşı büyük bir güvensizlik
duyulduğunu hissetmekte ya da görmekteydiler.
Ne var ki, Türkiye’de silahlı mücadele
döneminin kapandığının onlar da farkındadırlar. Öcalan’a tüm itirazları, olsa
olsa bunun zamanlaması üzerine olabilirdi. Ama bu konuda da fazla direnemezlerdi.
Çünkü bilmekteydiler ki Öcalan karizması, onların sözcükleriyle Öcalan’ın
önderliğine tartışmasız sadakat, PKK’nin ve genel olarak Kürt hareketinin
birliğinin çimentosudur. Öcalan’ın silahlı mücadeleyi bitirme kararına gönülden
katılmasalar da ona direnmek, örgütte ve harekette bir kriz hatta belki de
bölünme anlamına gelecektir. PKK kültüründe yetişmiş bir militanın, bunun ifade
ettiği politik bedeli ödeyebileceğini düşünmesi imkansızdır. Unutmamak gerekir
ki büyük ölçüde bu kültür sayesinde PKK, yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde
herhangi bir bölünme yaşamamıştır. (Öcalan’ın 1999 yılında yakalanmasının
ardından çok sayıda militanın PKK’den ayrıldığı bir gerçektir. Ama bu
militanların takip eden dönemdeki evrimleri dikkate alındığında, yaşananın bir
bölünme değil, çok özel koşullarda örgütten kitlesel düzeyde bir kopuş olduğu
görülebilir.)
Bir Yılın Ardından İktidar Ne (Kadar) Kazandı?
Eğer Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 günü varlığını ilan ettiği
sürecin temel konusu, hızla değişen Ortadoğu’da Türkiye’nin stratejik
çıkarlarının korunması olsaydı, geçen bir yılın ardından, sürecin istenen
sonuçların çok uzağında olduğu rahatlıkla söylenebilirdi. Sadece şu nedenle ki,
son bir yıldaki gelişmeler, bu bölgede karmaşa ve istikrarsızlığın daha yıllar
boyu devam edeceğini ortaya koymaktadır. Bu koşullarda iktidar Kürt hareketi
ile hangi boyutta anlaşırsa anlaşsın, kısa vadede Türkiye’nin Suriye başta olmak
üzere bölgedeki stratejik çıkarlarını garanti altına alması kolay kolay mümkün
olmayacaktır.
Kuşkusuz Rojava, iktidarın Öcalan ile yaptığı
pazarlıkların önemli bir maddesidir. Ne var ki tüm önemine rağmen bu konunun,
iki nedenden ötürü, sadece iktidar ve Öcalan arasında yürütülecek müzakerelerle
bir sonuca bağlanması imkansızdır. Birinci olarak Suriye, on beş yıla yakın bir
zamandır, pek çok büyük uluslararası gücün, sadece diplomasiyle değil
askerleri, silahları, istihbarat servisleri ve her türlü propaganda araçlarıyla
müdahale ettikleri bir ülkedir. Esat rejiminin yıkılmasından sonra İran silahlı
Şii militanlarını, Rusya ise uçakları ve varil bombalarını alıp Suriye’den
çıkmıştır; ama bu ikincisinin hala bu ülkede bir üssü bulunmaktadır. Öte yanda ABD,
İngiltere ve Fransa’nın, Suriye’ye ve bölgeye ilişkin ilgi ve çıkarları
önemlerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Dahası şimdi bu uluslararası güçlere
yepyeni bir güçlü aktör olarak İsrail de eklenmiştir. Bu koşullarda Rojava
konusunun Türkiye için iktidar-Öcalan görüşmeleri ya da pazarlıklarıyla bir
çözüme bağlanmasını hayal etmek kolay olmasa gerek.
Diğer taraftan Rojava sorununun çözümünü zorlaştıran bir
ikinci faktör daha bulunmakta. O faktör ise, silahın sadece bir politik araç
olarak değil, ondan da öte bir kişisel öz savunma aracı olarak Suriye
toplumunda ifade ettiği yerden kaynaklanır. Bir başka ifadeyle Türkiye’de
PKK’nin silahlı mücadele dönemi kapanmıştır; ama buradan kalkarak Suriye’de
Kürtlerin silah taşıma dönemlerinin de kapandığını iddia etmek sadece saçma bir
beyanda bulunmak olur. Ortadoğu’nun bu bölgesinde silahı sadece politik değil
kişisel düzeyde de gerekli kılan koşullar ortadan kalkmamıştır. O nedenle
Türkiye’de gerçekleşecek bir barışın sınırları aşıp Rojava’ya ve Suriye’ye
kolay kolay egemen olamayacağını muhtemelen iktidar yetkilileri de farkında
olmalıdırlar.
Tabii sürecin bir yıllık gerçek bir bilançosunun yapmak
için, Rojava’ya, Suriye’ye ya da Ortadoğu’ya değil, Türkiye siyasetine bakmak
gerekir. Konuya bu açıdan bakıldığında, bir yılın ardından iktidar için
koşulların 22 Ekim 2024 öncesine göre daha parlak olmadığı, iktidarın bu bir
yılda geleceğini garanti altına alma konusunda çok fazla bir şey yapamadığı
ortaya çıkar.
Daha sonraki gelişmeler iktidar kurmaylarının, Öcalan’ın ‘Barış
ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı açıkladığı 27 Şubat 2025’in ertesinde,
muhalefete yönelik operasyonların hızla hayata geçirilmesini planlamış
olduklarını ortaya koydu. Bu operasyonlar bir yanda CHP’nin cumhurbaşkanı
adaylarını ‘telef etme’yi, diğer yanda ise bu partiyi istikrarsızlaştırmayı,
parti içinde kaotik bir ortam yaratmayı, bütün bunlarla amaçlanan sonuç alınmazsa gerekirse CHP’yi kapatmayı
hedeflemekteydi. Bu amaçla çok kısa bir süre içinde CHP kurultayının iptali
davası, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, başta İstanbul belediyesi olmak üzere
CHP’li belediyelere yönelik kayyumlar, davalar, gözaltılar, tutuklamalar
birbirini izledi.
Ne var ki ne CHP’ye yönelik operasyonlar ne de süreç tam
olarak planlayıcılarının düşündükleri gibi işledi. İmamoğlu’nun tutuklanmasının
ardından 19 Mart 2025 günü polis barikatlarını aşarak Saraçhane’ye yürüyen
öğrenci gençlik, gelişmelere bambaşka bir dinamik verdi. Takip eden günlerde
valiliğin tüm gösterileri yasakladığı İstanbul’da, neredeyse şehrin son
yıllarda gördüğü en büyük miting ve gösteriler yaşandı. Bunun da etkisiyle,
iktidarın kendisini başat politik güç olmaktan çıkarmaya kesinlikle kararlı
olduğunu, tüm uzlaşma yollarının kapalı olduğunu nihayet gören CHP, şimdilik de
olsa, sadece muhalefetin değil, demokratik muhalefetin de en önemli mevzii olma
yoluna girdi. 19 Mart, iktidarın en çok korktuğu şeyin, sokak dinamiğinin
harekete geçmesiydi. Eğer 19 Mart ve sonrasında sosyal hareketlilik bu kadar
güçlü bir şekilde kendisini hissettirmeseydi, belki de CHP’ye ilişkin planlar
hızla gerçekleştirecek ve iktidar tıpkı 2015 yazında yaptığı gibi süreci
durdurup, Kürt hareketine karşı bu kez en azından bir ‘soğuk savaş’ı
başlatacaktı.
Diğer taraftan CHP’nin de, sürece ilişkin olarak iktidarın
hesaplarını boşa çıkartan bir tutum içine girdiğini belirtmek gerek. İktidar
kurmayları, muhtemelen tabanının ulusalcı tepkileri nedeniyle, CHP’nin Öcalan
ile görüşmelere mesafeli bir pozisyon almasını bekliyorlardı. Hatta bir süre
sonra CHP’ye yönelik baskılar şiddetlenince, partinin sürece karşı tam
anlamıyla olumsuz bir tutum alabileceği de umulmaktaydı. Ne var ki CHP olumlu
söylemini istikrarlı bir biçimde sürdürdü ve kurulan meclis komisyonuna
tereddüt göstermeden katıldı. Bunun da etkisiyle DEM Parti, CHP’ye yönelik
saldırılara karşı biçimsel düzeyde de olsa dayanışma göstermeye başladı. Bir
başka ifadeyle sürecin, iktidarın hayal ettiği muhalefeti bölme işlevi tam olarak
başarılamamıştı.
Sonuç olarak iktidarın bir yıllık çabalarının bilançosunun
olumlu olduğunu söylemek kolay değil. İktidar, geleceğini garanti altına almak
amacıyla uygulamaya koyduğu projelerini -en başta da CHP’yi bölmeyi ya da
destabilize etmeyi- hala gerçekleştiremedi. Bir başka ifadeyle gelecek
seçimleri ‘Maduro metodu’ dışında hangi yolla garanti altına alacağını hala
belirleyememiş durumda.
Ama bütün bunlara rağmen iktidar, sürecin CHP ile Kürt
hareketinin yan yana gelmesini zorlaştıran, hatta bazı durumlarda bunu
imkansızlaştıran bir potansiyel taşıdığını düşünmektedir. O yüzden de onu
araçsal amaçlarla sürdürmekte hala kararlı görünmekte. Elbette yine oldukça
yavaş bir ritimle.
Kürt Hareketi Ne (Kadar) Kazandı?
Kürt hareketinin süreçteki bir yıllık bilançosuna gelince, bu konu
kaçınılmaz olarak bir belirsizlik taşımakta. Her şeyden önce süreçle ilgili
olarak kurulan meclis komisyonunun kendisine verdiği tuhaf isimden kalkarak, bu
bir yılın sonunda ‘Milli Dayanışma’, ‘Kardeşlik’ ve ‘Demokrasi’ konularında ne
kadar mesafe kaydedildiği üzerine sorgulamada bulunmak, herhalde sadece soğuk
bir şaka olarak algılanabilir.
Öte yanda Öcalan’ın 27 Şubat günü yaptığı çağrının adı ‘Barış ve Demokratik
Toplum Çağrısı’ olduğu halde, ilginç bir şekilde Komisyonun isminde ‘Barış’
sözcüğü yer almamıştır. Buna rağmen PKK kongresi silahlı mücadeleyi bitirme
kararı almış ve kendisini feshettiğini ilan etmiştir. Bu gelişme, iktidarın sözünü
etmekten adeta kaçındığı bir konuda, barış konusunda bir mesafe alındığını
göstermekte. Üstelik burada konu sadece barış da değildir. Silahlı mücadelenin
sona erdirilmesi ve bu temeldeki örgütün dağıtılması karşılığında, Kürt
hareketinin yasal siyaset yapma olanaklarını geliştirecek yasal değişiklikler
beklenmektedir. Bunların gerçekleşmesi, bugüne kadar Kürt hareketinde büyük güç
kaybına yol açan -İmralı, Kandil, yasal parti ve hatta diaspora şeklindeki- çok
merkezliliğin sona ermesi demek olacaktır. Bu merkezlerden birinin cezaevi,
diğerinin gerilla kampı olduğu düşünüldüğünde, bu durumun yol açtığı güç
kaybının boyutları tahmin edilebilir. Tam da bu nedenle bugüne kadar Kürt
hareketinin yasal partileri, parlamentodaki güçleriyle ters orantılı bir
faaliyet gösteren zayıf bir merkez olmaktan çıkamamıştır. O anlamda siyasi afla
birlikte düşünüldüğünde silahlı örgütün dağıtılması, Kürt hareketinin siyasal
ve örgütsel potansiyelinde büyük bir sıçrama anlamına gelebilir.
Bu sürecin ilk adımı olarak Öcalan’ın siyasi aktör konumu son bir yılda
belirgin bir hale gelmiştir. Üstelik onun bu yeni rolü her geçen gün daha geniş
kesimlerde kabul görmektedir. Kürt hareketinin bu kazanımı, muhtemel bazı
sınırlamalarla da olsa, PKK kadrolarının yasal siyasal yaşama katılımlarının
çok da uzak olmayan bir gelecekte mümkün olabileceğini gösteriyor.
Ne var ki bu bir yıl içinde Kürt hareketinin Erdoğan
karşıtı muhalefetin aktif bir unsuru olmaktan çıktığı da açık. Bunun
kaçınılmazlığı her ne kadar ortada ise de, özellikle de DEM Parti’nin bu
süreçte ‘Halkla İlişkiler’ konusunda kötü bir sınav verdiği söylenebilir. DEM
Parti son bir yılda adeta muhalif Türkleri yok sayan bir tutum izledi. Bunun
özellikle 19 Mart ve sonrasında kitlesel hareketlere katılan yeni kuşak gençler
üzerinde silinmesi kolay olmayacak olumsuz izlenimler bıraktığı açıktır. Bu
gençler gösterilere katılarak ve güvenlik güçlerinin sert müdahalelerini
yaşayarak siyasete ilk adımlarını atarken, DEM Partinin yeterli bir dayanışma
içine girmeyişinden ve hele sürecin aktörleri arasındaki yakınlık
manzaralarından muhtemelen çok olumsuz anlamlar çıkarmışlardır.
Bir bakıma DEM Parti bu bir yıl boyunca ‘Halkla
İlişkiler’ sorununa, esas olarak Kürtlerin sürece olan güvensizliğini giderme
amacıyla yaklaşmış gibi göründü. DEM milletvekillerinin iktidar temsilcileriyle
ilişkilerinde -geçmişte olduğu gibi- soğuk, mesafeli, hatta kimi zaman hasmane
bir görünüm vermelerinin, sürece güvensiz bakan Kürtlerde bu güvensizliği daha
da artıracağı düşünülmüş olmalı. Bunu önlemek için de DEM Parti milletvekillerine
özel uyarı ya da hatırlatmalarda bulunulmuş, iktidar figürleriyle yan yana
geldiklerinde uygulamaları gereken bir tür koreografi oluşturulmuş olabilir.
Kimi DEM Parti milletvekillerinin bunu iyice abarttığı, hatta aralarından
birinin Devlet Bahçeli’yi ‘en zarif insanlardan biri’ olarak takdim ettiği
hatırlardadır. Diğerleri bu kadar ileri gitmeseler de çoğunun benzer durumlarda
jest ve mimikleriyle sık sık adeta birer performans sanatçısı gibi
davrandıkları söylenebilir. Muhtemelen Kürt kitlelerin sürece güvensizlikleri
ile bağlantılı ‘pedagojik’ denilebilecek kaygılardan kaynaklanan bu yaklaşımın
en sembolik örneği, DEM Parti milletvekillerini Erdoğan’a hayranlıkla bakarken
gösteren videoda ortaya çıkmıştır. Yıllar önce Türkiye Partisi olma hedefiyle yola
çıkan bir hareketin, bu kadar kritik bir dönemde, tamamı elbette ki Kürt
düşmanı olmayan (Türk) muhalefeti adeta yok sayması ciddi bir sorumsuzluk
olarak görülmeli.
Ancak bu sorunlar bir yana, vurgulanması gerekir ki, Kürt
hareketinin on yıllar boyunca yaşadığı tecrübeler, onu Türkiye’de demokrasinin
tutarlı bir savunucusu haline getirmiştir. O nedenle örneğin içinde
bulunduğumuz süreçte iktidarın kenarda hazır tuttuğu düşünülen, ‘Atı alanın
Üsküdar’ı geçeceği’ bir erken seçim ya da iktidarın geleceğini garanti edecek
yeni bir anayasa gibi projelerin gerçekleşmesine Kürt hareketinin uysal bir
biçimde olumlu katkıda bulunacağını düşünmek kolay olmasa gerek gerek.
Yasal Siyasal Aktör olarak Öcalan
İktidar kısa vadede sürecin bittiğini ya da süreci
bitirdiğini açıklamadığı takdirde, Öcalan’ın siyasete aktif bir şekilde
müdahale olanaklarını genişleteceği kesin gibi görünmekte. Bunun hangi
biçimlerde gerçekleşeceğini öngörmek elbette kolay değil. İmralı
ziyaretlerinden birinden sonra yapılan bir açıklamada, Öcalan’ın cezaevinden
çıksa bile İmralı’dan ayrılmayabileceği de söylendi. Bu, Öcalan’ın Türkiye
siyasetine katılımının tedrici bir şekilde gerçekleşeceğinin ilanı olabilir.
Öcalan’ın Türk kamuoyundaki kötü ünü nedeniyle, örneğin
DEM Parti’nin yerine kurulacak bir partinin resmi başkanı olması belki de imkânsız.
Ancak bu gerçekleşse bile, Öcalan gibi bir figürün yasal bir partinin
başkanlığını layıkıyla yürütebilmesinin önünde çok daha başka güçlükler
olduğunu unutmamak gerek. Her şeyden önce Öcalan’ın teorik-entelektüel
konularda kendisine aşırı düzeyde duyduğu güvenin, kamuya açık bir şekilde
yapılan siyasette sorun yaratacağı kesin. Öcalan, PKK hareketinin yegâne
teorisyeni ve yegâne entelektüeli olarak, bu hareketin son kırk küsur yıldaki
tüm teorik ve entelektüel birikiminin yaratıcısıdır. Bu birikimin büyük bir
kısmı fazla bir önem taşımıyor da olsa, özellikle cezaevine girdikten sonra
yazdıkları ile Kürt hareketinde etkin olan, onun terimiyle ‘ilkel
milliyetçiliğin’ geriletilmesinde önemli bir rol oynadığı, böylelikle hareketin
entelektüel dünyasında bir teorik sıçrama gerçekleştirdiği söylenebilir. Ne var
ki kendisi de çevresi de bu teorik-entelektüel birikim ve yeteneği
abartmaktadır. Yasadışı örgütlerde pek zaaf yaratmayan, hatta örgütün birliği
ve sürekliliği için işlevli de olabilen bu yaklaşımın kamuya açık bir şekilde
yapılan siyasette, özellikle Kürt hareketinin sol hareketle ilişkilerinde sorun
yaratacağı muhakkak.
İkinci olarak tüm siyasal ve örgütsel yaşamı boyunca
kadrolarını mutlak bir itaat kültürü içinde yönetmiş olduğu için, Öcalan’ın
yasal bir partinin bir ölçüde de olsa demokratik olmak zorunda olan atmosferi
ile uyum sağlaması kolay olmamalı. PKK’nin 2005 yılında kabul edilmiş tüzüğünün
10. Maddesi onu ve düşüncelerini, ‘Önderlik kurumu’ olarak tanımlar.[3]
On yıllar boyunca kendisinin sadece bir kişi olarak değil, aynı zamanda bir
kurum olarak da görülmesini kabul etmiş ve benimsemiş olan Öcalan’ın, bizzat
kendisi bir kurum olan yasal bir siyasi partinin kültürüne uyum sağlaması çok
güç, belki de imkânsız olacaktır.
Üçüncü olarak Öcalan, yirmi küsur yıl boyunca bir silahlı
örgütü yönetmiştir. Bu türden örgütlerde liderlik, taktik sanatında tecrübe
kazanmaya olanak vermediği gibi usta bir taktisyen olmayı da gerektirmez. Bunun
ardından Öcalan, son yirmi beş yılını da cezaevinde geçirmiştir. Bütün bu
birikimi dikkate alındığında, tecrübeli tüm otoriter liderler gibi onun da bir
siyasi partinin stratejik yönelişlerini yönetmede belli bir yeteneğe sahip
olduğu düşünülebilir. Ama ulusal ölçekte siyaset yapan bir yasal partinin
faaliyetlerinin en büyük kısmını oluşturan taktik konularda yeterince başarılı
olmayabilir.
Belki bizzat Öcalan’ın kendisi de bu sorunların
varlığının farkındadır. Gelmekte olan dönemde kendisi için her şeyiyle yepyeni
olan ortamlarda, otoriter şef kimliğinden vazgeçmek zorunda kalacağı kesin gibi
görünmekte. Bunun yerine hangi kimliği nasıl oluşturacağı ve bunu ne kadar
kabul ettireceği de belli değildir. O nedenle bir yasal partinin başına
geçmekten çok, resmi bir örgütsel statüsü olmadan, çevresinde -karizmatik
liderliğinin bir uzantısı anlamında- oluşacak bir ‘aura’ ile, Kürt hareketini
uzaktan yönlendirmesi belki çok daha gerçekçi olacaktır. Kim bilir, belki de
söylendiği gibi sadece güvenli bir yer olduğu için değil, esas olarak bu
nedenlerle İmralı’da kalmayı istemiş olabilir.
Üstelik onun popüler
bir siyasetçi olarak öne çıkışının, çok özel bir momentte, Öcalan’ın da PKK’nin
de onaylamadığı bir rolü üstlenmesi sayesinde gerçekleştiği unutulmamalı.
2015’in bahar aylarında, 7 Haziran seçimlerine yaklaşılması nedeniyle Öcalan
bir süre geriye çekilmek zorunda kalmıştı. Ateşkes uzun bir süre önce ilan
edilmiş olduğu için, Kandil için de benzer bir durum söz konusuydu. İşte bu
momentte Demirtaş, ünlü ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışı ile Öcalan’ın
barış süreci için öngördüğü gelişme aşamalarını adeta birbirine katmış, bir
anlamda liderin planlarını bozmuştur. Elbette barış süreci bu nedenle değil,
AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde çoğunluğu kaybetmesi nedeniyle bozulmuştur. Ama
buna rağmen, Demirtaş’ın gerek Öcalan gerekse PKK tarafından aforoz edilmesi
kaçınılmaz olmuştur. Demirtaş’ın o kritik dönemde inisiyatif alarak yaptığı bu
bağımsız çıkışın, ki buna bağımsızlık çıkışı da denilebilir, Öcalan tarafından
unutulması mümkün görünmemekte.
Ama tabii Demirtaş’ın
popülaritesi hala çok güçlü. Bu ise, çelişkili gibi de görünse, belki de onun
işini daha da zorlaştırmakta. Şöyle ki, Kürt hareketinin yasal siyaset yapma
olanakları genişletilir ve bu arada o da serbest bırakılırsa, Demirtaş’ın Kürt
hareketinin siyasetine popüler bir siyasetçi olarak katılma yolu açılmış
olacaktır. Bu durumda Öcalan en azından bir süreliğine bu yolu kapatmak
zorundadır. Çünkü her ne kadar Kürt hareketi üzerindeki otoritesi hala çok
güçlü de olsa, Öcalan’ın yasal alanda yapılan siyasette Demirtaş ile rekabet
etmesi mümkün değildir.
Diğer yanda
Demirtaş’ın siyasette çok daha düşük profilli bir rol üstlenmeyi kabul etmesi
ya da bir şekilde Öcalan’a sadakatini garanti etmesi gibi durumlar da ortaya
çıkabilir. O takdirde siyaset sahnesinde yeniden yer alması kısa vadede mümkün
olabilir. Sonuç olarak Demirtaş’ın önümüzdeki dönemde siyasette alacağı yerin,
süreçle ilişkili gelişmeler arasında, üzerine tahmin yürütülmesi en zor olan
konulardan biri olduğunu vurgulamak gerek.
[1] Bu yazıda iktidar ile Kürt hareketi arasında yürütülen müzakereler ve
bununla bağlantılı çalışmalarla ilgili olarak sadece ‘Süreç’ sözcüğü
kullanıldı. Çünkü sadece taraflar değil, neredeyse siyasal gözlemcilerin ya da
siyaset sınıfının her bir bireyi bu süreci farklı bir isimle adlandırmaya
çalıştılar. Daha da vahimi, bu süreçle ilgili olarak kurulan meclis komisyonu
daha da ileri giderek kendisine ‘Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi’ gibi
sürreel bir isim de verdi. Bu karmaşa karşısında ‘Süreç’ sözcüğü ile yetinmek
herhalde en doğrusu.
[2] Bu konuda bkz.: Ergun Aydınoğlu, Fis
Köyünden Kobanê’ye Kürt Özgürlük Hareketi, Versus
Yayınları, 2014, s. 46-47.
[3] a.y.
